Sıla-i Rahim; Akraba ve yakınları ziyaret etme, hallerini ve hatırlarını sorma, gönüllerini alma anlamında bir İslam ahlâkı terimi ifadesidir.
İslam'da insanlar arası ilişkilere önem verildiği gibi özellikle yakınlardan başlayarak anne ve babanın ve sırayla diğer akrabaların ziyaret edilip gözetilmesi prensibi son derece önemlidir.
Sıla–i rahim, sadece akrabalara karşı değil, komşulara, arkadaşlara, meslektaşlara ve her çeşit tanıdıklara karşı da ifası gerekli bir vazife ve borç kılınmıştır.
Ebu Eyyüb el-Ensarî (r.a) hazretlerinden rivayet edildiğine göre bir adâm Hz. Peygamber'e (s.a.v) gelerek: "Yâ Rasûlallah; beni Cennete sokacak bir ibadet söyler misiniz?" dedi... Resûlullah (s.a.v) şu cevabı verdi: "Allah'a ibadet eder ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılar, zekât verir ve sıla-i rahm edersin."
Peygamber Efendimizin (s.a.v) bu kadar önemle üzerinde durduğu ve yapıldığı zaman müslümanların Cennete girmelerine sebep olacağını haber verdiği sıla-i rahim; her türlü hayır işlerinde akraba ve yakınların görülüp gözetilmesidir.
Gerek âyetlerde, gerek hadislerde, Sıla-i Rahim’in; namaz, zekât gibi farz ibadetlerden hemen sonra zikredilmesi, İslâmdaki önemini göstermektedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) müteaddit hadislerinde şöyle buyurmuşlardır;
"Allah Teâlâ, sadaka ve sıla–i rahim sebebiyle insanın ömrünü uzatır, kötü ölümü, şerri ve zararı o kimseden uzaklaştırır."
“Sıla–i rahim, güzel ahlâk, herkesle iyi geçinmek, beldeleri mamur, ömürleri bereketli ve feyizli kılar.”
“Sıla–i rahim, arşa asılıdır, der ki: Kim beni sıla ederse, Allah da ona sıla etsin. Kim benden koparsa, Allah da ondan kopsun.”
“Yakınlara sıla, malda zenginliği, ailede sevgiyi, ömürde uzamayı artırır.”
“Soyunuzu öğreniniz ki, akraba haklarını yerine getiresiniz. Çünkü akraba haklarını yerine getirmek, ailede sevgiye, bolluk ve uzun ömre vesile olur.”
Âlimler, sıla-i rahimde bulunmanın vacib olduğu
görüşündedirler. Bunun, terkedilmesi, yani akraba ve yakınlarla olan ilgisinin kesilmesi(kat-ı sıla-i rahim), büyük günâhlardan sayılmış ve Fasıklığın bir alameti olarak görülmüştür.

Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
Bu cümledeki emir, iki kısımdır:
Birisi, teşriîdir ki, sıla-i rahm ile ta’bir edilen akraba ve mü’minler arasında şer’an emredilen muvasala hattıdır.
Diğeri, emr-i tekvinîdir ki, fıtrî kanunlar ile âdetullahın tazammun ettiği emirlerdir.
Meselâ ilmin i’tası, ma’nen ameli emrediyor; zekânın i’tası, ilmi emrediyor; isti’dâdın bulunması, zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı; cesâretin verilmesi, cihadı ma’nen ve tekvinen emrediyor.
İşte o fâsıklar, bu gibi şeylerin arasında şer’an ve tekvinen te’sis edilen muvasala hattını kesiyorlar.
Meselâ akılları marifetullaha, zekâları ilme küs olduğu gibi; akrabalara ve mü’minlere dahi dargın olup, gidip gelmiyorlar.
Evet, kâinatın şehâdetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Lâtif ve Kerîm olan Hâlik-ı Zülcelâl-i Vel’ikrâm, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gâyet lâtif bir sûrette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyâde merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket sûretinde gönderir. Onların iâşelerini, tama’kâr ve bahil insanlara yükletmez. Bediüzzaman
Başka bir ayette Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: “Demek idâreyi ve hâkimiyeti ele alırsanız hemen yer yüzünde fesad çıkaracak, akrabalık bağlarını bile parçalayıp keseceksiniz öyle mi? Onlar öyle kimselerdir ki Allah kendilerini rahmetinden kovmuş da duygularını almış ve gözlerini kör eylemiştir.” (Muhammed, 47/22-23)
Peygamber Efendimiz de(s.a.v) Sıla-i Rahim konusunda şöyle buyurmuşlardır:
"Akrabalık, Arş'ta asılıdır. Der ki: "-Beni gözeteni Allah gözetsin; beni terk edeni Allah terk etsin"
"Akrabalık bağlarını kesip koparan kimse Cennete giremez"
"Zulüm ve akraba haklarını yerine getirmeme kadar Allah'ın bu dünyada daha çabuk cezalandırdığı bir başka günah yoktur. Üstelik Allah, Âhirette de ceza verecektir."
İbn–i Mes'ud Radıyallahu Anh, sabah namazından sonra bir gurup insanla birlikte oturuyordu. Birden; “Allah aşkına içinizde sıla–i rahmi kesenleriniz varsa aramızdan ayrılsın! Çünkü Allah'a duâ etmek istiyoruz. Oysa semanın kapıları sıla–i rahmi kesenlere kapalıdır” dedi.
“Her Cuma gecesi insanoğlunun amelleri Allah'a arz olunur. Yalnız sıla-i rahimde bulunmayanların amelleri kabul olunmaz”
Sıla-i Rahim’in birkaç derecesi vardır.
En aşağı derecesi akrabalarımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmak; karşılaştığımızda selâmlaşmayı, hal hâtır sormayı ihmâl etmemek; dâima kendileri hakkında iyi şeyler düşünmek ve hayır dilemektir.
İkinci derece de ziyâretlerine gitmek ve çeşitli konularda yardımlarına koşmaktır. Bunlar daha çok bedenî hizmetlerdir. Özellikle yaşlıları zaman zaman yoklayarak, yapılacak işleri varsa onları takib etmek kendilerini sevindirecektir.
Sıla-i rahmin üçüncü ve en önemli derecesi akrabalara malî yardım ve destek sağlamaktır.
Şu halde, yakınları görüp gözetmek deyince, yukarıda belirtilen üç derecedeki yardımdan hangisine güç yetiniyorsa, onun yapılması anlaşılmalıdır. Yapabileceği görevi yapmamak müslümanı bu konuda sorumlu kılar.
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, akrabasını görüp gözetsin”
“Her kim rızkının bol olmasını ve ecelinin gecikmesini istiyorsa, akrabasını görüp gözetsin.”
“Ey insanlar, birbirinize selâm verin, akrabanızı gözetin, yemeği yedirin! Geceleyin insanlar uyurken namaz kılın ki selâmetle Cennete giresiniz”
“Yoksula yapılan sadaka bir sadakadır. Bu sadaka akrabaya yapılmışsa iki sadaka demektir. Biri sadaka, diğeri sıla-i rahimdir ki bu da sadaka sayılır.”
Birisinin cinâyetiyle, başkaları akraba ve dostları mes’ul olamaz.
Bir câninin cinâyeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şeni’ gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinâyet yüz cinâyete çevrildiğinden, gâyet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbûr ediliyor.
Bu ise, hayat-ı içtimâîyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. Bediüzzaman
Sıla-i rahim konusunda dikkat edilecek hususlârdan biriside; İyilik, karşılık bekleyerek yapılmamalı; sadece görüp gözeten yakınlara karşı sıla-i rahimde bulunulmamalı; aksine, unutan, akrabalık bağlarını koparanlara karşı da bu görev yerine getirilmelidir.
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyuruyor: "İyiliğe benzeri ile karşılık veren kişi, tam anlamıyla akrabasını görüp gözetmiş olmaz. Hakiki sıla-i Rahim, kişinin kendisi ile ilgiyi kesenleri görüp gözetmesidir"
Adamın biri Peygamber Efendimize (s.a.v) gelerek: "Ey Allah'ın Rasulü, benim akrabalarım var. Ben onlara gidiyorum, onlar bana gelmiyor. Kendilerine iyilik yapıyorum, onlar bana kötülük yapıyorlar. Ben onları düşünüyorum. Onlar ise beni tanımıyorlar bile" deyince Efendimiz (s.a.v): "Eğer dediğin gibi ise, onların âhireti kötü. Bu haline devam ettikçe, onlara karşı Allah daima seninle birlikte olacaktır" buyurdu.
Başka bir hadislerinde ise Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “İyiliklerin en faziletlisi, seninle ilgisini kesen kimseyi ziyaret etmen, sana bir şey vermeyene senin vermen ve de sana haksızlık yapanı affetmendir.”
Akraba ziyaretlerine ziyade ehemmiyet vermek gerekir.
Nitekim bu konuda Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Bir selam bile olsa akraba ile ilgilenin.”
Hususan akrabalarımızın ihtiyarlık, hastalık ve musibet zamanlarında bu ziyaretleri sıklaştırmak, kederli ve mahzun kalblerini hoşnud etmek ve teselli vermek ve onların hizmetlerini görmek mühim bir ibadettir.
Evet, hastalara bakmak ehl-i iman îçin mühim sevabı vardır. Hastaların keyfini sormak, fakat hastayı sıkmamak şartiyle ziyaret etmek, Sünnet-i Seniyedir; kefaretü’z-zünub olur.
Hadîste vardır ki: “Hastaların duâsını alınız, onların duâsı makbûldür.” Ba’husus hasta, akrabadan olsa, husûsan peder ve vâlide olsa, onlara hizmet mühim bir ibâdettir, mühim bir sevabdır. Hastaların kalbini hoşnud etmek, teselli vermek, mühim bir sadaka hükmüne geçer.
Bahtiyardır o evlât ki; peder ve vâlidesinin hastalık zamanında, onların seriü’t-teessür olan kalblerini memnun edip hayır duâlarını alır.
Evet, hayat-ı içtimâîyyede en muhterem bir hakîkat olan peder ve vâlidesinin şefkatlerine mukabil, hastalıkları zamanında kemâl-i hürmet ve şefkat-i ferzendane ile mukabele eden o iyi evlâdın vaziyetini ve insaniyetin ulviyetini gösteren o vefâdar levhaya karşı, hatta melâikeler dahi Maşaallah, Barekâllah deyip alkışlıyorlar.
İhtiyarlara bakmak ise; hem azîm sevap almakla beraber, o ihtiyarların ve bilhassa peder ve vâlide ise, duâlarını almak ve kalblerini hoşnut etmek ve vefâkârane hizmet etmek, hem bu dünyadaki saadete, hem Âhiretin saadetine medâr olduğu rivayat-ı sahihe ile ve çok vukuat-ı tarihiye ile sâbittir.
İhtiyar peder ve vâlidesine tam itaat eden bahtiyar bir veled, evlâdından aynı vaziyeti gördüğü gibi, bedbaht bir veled, eğer ebeveynini rencide etse; azab-ı uhreviden başka, dünyada çok felâketlerle cezasını gördüğü, çok vukuatla sâbittir.
Evet ihtiyarlara, ma’sûmlara, yalnız akrabasına bakmak değil; belki ehl-i îman (mâdem sırr-ı îmanla uhuvvet-i hakîkiye var) onlara rastgelse, muhterem hasta ihtiyar ona muhtaç olsa, ruh u canla ona hizmet etmek İslâmiyetin muktezasıdır.
Sıla–i rahim ile ilgili olarak yapılacak ilk hizmet, ana–babaya ait dinin emir ve tavsiyeleridir.
Yani Allah'a kulluktan sonra ilk vazife, ana–babanın hizmetini görmek, rızalarını tahsil etmek ve her hâl ü kârda onları memnun etmektir. Haklı da olsa, onları hiçbir şekilde incitmemek; bir şikâyet ve yakınma olarak "öf" bile dememektir.
Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmuştur: "Biz insana annesine babasına iyi davranmasını emrettik, Çünkü annesi onu nice zahmetlere katlanıp karnında taşımıştır." (Lokman, 14)
Peder ve vâlidenin arzuları pek mühimdir. Kur’ân-ı Hakîm bir âyet-i kerîmede, beş tarzda onlara karşı şefkat ve hürmete emreder. Eğer sühûletle arzuları yerine gelmek kabilse, bu istek ve arzuları yerine getirilebilir.
Peder; kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil veled dahi, pedere karşı hak dava edemez.
Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa, ya gıbta ve hasedden gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa, haksızlıktan gelir.
Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dava etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.
Hakîki ihlâs ile hakîki bir fedakârlık taşıyan vâlidelik şefkati sû-i isti’mal edilip, ma’sûm çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan Âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun ma’sûm yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkatı sû-i isti’mal etmektir.
Şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara peder ve valideleri onları alıştırmak için, teşvikkârâne emretmek ve on yaşına girse şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var.
Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i îmanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve îmanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.
Bilhassa peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyâde yabanilik verir.
O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi belâ olur. Ahirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden îmanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?
İşte bu hakîkata binaen en bahtiyar çocuklar onlardır ki; Risâle-i Nur dâiresine girip dünyada peder ve validesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i a’mâline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve âhirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlâd olurlar.
Bir meydan-ı mücadele ve imtihan olan şu dünyanın her köşesinde cereyan eden, beşere ders-i ibret olacak bir hâdise, bir nümuneyi Bediüzzaman hazretlerinden dinleyelim:
O şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir; Hâfız Mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir.
Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o ma’sûm çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken da’vacı ediyor.
O çocuk, “Niçin benim îmanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekva edecek.
Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, vâlidesinin hârika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez; belki de çok kusur eder.
Eğer hakîki şefkat sû-i isti’mal edilmeyerek, biçâre veledini haps-i ebedî olan Cehennemden ve îdam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, vâlidesinin defter-i a’maline geçeceğinden, vâlidesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil da’vacı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübârek bir evlât olur.
Peder ve vâlideye karşı olan muhabbetin, en evvel ve bizatihi Rıza-i İlahi için olması gerekir. Cenab-ı Hak hesabına olursa, bu muhabbet hem bir ibadet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleştirmeye vesile olur.
En âlî bir his ile, en merdane bir himmet ile onların tul-ü ömrünü ciddî arzu edip bekalarına dua etmek, tâ onların yüzünden daha ziyade sevab kazanayım diye samimî hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhanî almaktır.
Yoksa nefsanî, dünya itibariyle olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman; en süflî ve en alçak bir his ile vücudlarını istiskal etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zâtların mevtlerini arzu etmek gibi vahşi, kederli, ruhanî bir elemdir.
Baba ne kadar haksız da olsa, oğul onun rızasını tahsil etmeye mecbûrdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa, baba şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli.
Valideynlerin(Anne-Baba) duası ganimet bilinmeli ve onların rızalarını tahsil etmek suretiyle dualarını almaya çalışmalıdır.
Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Babanın çocuğuna duası, Peygamberin ümmetine duası gibidir.”
Ey hânesinde ihtiyar bir vâlide veya pederi veya akrabasından veya îman kardeşlerinden bir amel-mânde veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil!.
Şu âyet-i kerimeye dikkat et bak: Nasılki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı sûrette ihtiyar vâlideyne şefkati celbediyor.
Evet, dünyada en yüksek hakîkat, peder ve vâlidelerin evlâdlarına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını kemâl-i lezzetle evlâdlarının hayatı için fedâ edip sarfediyorlar. Öyle ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılâb etmemiş herbir veled; o muhterem, sâdık, fedakâr dostlara hâlisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnud etmektir. Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.
İşte, o mübârek ihtiyarların vücûdlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek, ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır bil, ayıl! Evet, hayatını senin hayatına fedâ edenin zevâl-i hayatını arzu etmek, ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla...
Ey derd-i maîşetle mübtelâ olan insan! Bil ki senin hânendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musîbet dafiası, hânendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır.
Sakın deme: “Maîşetim dardır, idare edemiyorum.” Çünkü onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dıyk-ı maîşetin daha ziyâde olacaktı.
Bu hakîkatı benden inan. Bunun çok kat’i delillerini biliyorum, seni de inandırabilirim. Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum. Şu sözüme kanaat et. Kasem ederim şu hakîkat gâyet kat’idir, hatta nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlar. Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakîkat, sana kanaat vermeli.
Evet, kâinatın şehâdetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latif ve Kerîm olan Hâlık-ı Zülcelâl-i Vel’ikram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gâyet latif bir sûrette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyâde merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket sûretinde gönderir. Onların iâşelerini, tama’kâr ve bahil insanlara yükletmez.
âyetlerinin ifade ettikleri hakîkatı, bütün zîhayatın envâ’-ı mahlûkları lisan-ı hal ile bağırıp, o hakîkatı kerîmaneyi söylüyorlar.
Hatta değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi ba’zı mahlûkların rızıkları dahi, bereket sûretinde geliyor. Bunu te’yid eden ve kendim gördüğüm bir misâl: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki-üç sene evvel hergün yarım ekmek, o köyün ekmeği küçük idi muayyen bir tayinim vardı ki, çok def’a bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayınım hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kere de fazla kalırdı.
İşte şu hal o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Kat’i bir sûrette ilân ediyorum: Onlar bana bâr değil; hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım.
Ey insan! Mâdem canavar sûretinde bir hayvan, insanların hânesine misafir geldiği vakit berekete medâr oluyor; öyle ise mahlûkatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i îman ve ehl-i îmanın en ziyâde hürmet ve merhamete şâyân aceze, alîl ihtiyareler ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyâde lâyık ve müstehak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakîki dost ve en sâdık muhib olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hânede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve
sırriyle, yâni: “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.” ne derece sebeb-i def’-i musîbet olduklarını sen kıyas eyle.
İşte ey insan! Aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın.
sırriyle, sen vâlideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahî sana hizmet etmeyecektir.
Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seriü’t-teessür kalblerini rencide etmek ile
sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahman is-tersen, o Rahman’ın vedîalarına ve senin hânendeki emanetlerine rahmet et.
Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde, dünyasında muvaffakıyetli görüyordum. Sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakıyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riâyet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşâallah âhiretini de tâmir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder