Sünnet-i Seniyyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir. | Bediüzzaman Said NURSİ

Çalışma ve Alış Veriş Adabı


İslâmiyet’in bir Kanun-u Esasîsi şu hadîs-i şeriftir:

hakîkatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil.

Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubûdiyetin za’fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adâlet olmaz, esasiyle de bozulur.

Ve hukuk-u ibad da zir ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.
Merâtib-i dünya, hakikat nokta-i nazarında dünyanın faniliğine baktığı cihetle ahirete nisbeten pek ehemmiyetsiz olmakla beraber, dünyevi mertebesini hizmet-i Kur’ân’a medâr edenler için, minnet altına ve zillete girmemek şartıyla hoş görülebilir.
Şeriâtla, Kur’ânla, hadîsle, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûlemre itaat farzdır.

Vatan ve millet menfaatinde, hususan nizam-ı askerîde ûlülemre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedînin (aleyhissalâtü vesselâm) muhafazası da itaat iledir. Kur'ân ve hadis ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki, haklı âmire itaat farzdır.

Meşrûtiyet, adâlet ve Şeriâttır. Pâdişâh, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, pâdişâh da olsalar, haydutturlar.

Rabbimiz müminlere hitaben mealen şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, Allah'a itaat ediniz ve sizden olan emir sahiplerine de..."

Medarı ibret bir hadise-i Tarihiyeyi Bediüzzaman hazretlerinin kaleminden dinleyelim:
Bu millet-i İslâmın cemâatleri, her ne kadar bir cemâat namazsız kalsa, hattâ fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum Kürdistan’da, umum me’murlara dâir en evvel sordukları suâl bu imiş:
Acaba namaz kılıyorlar mı? derler, namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.
     Bir zaman, Beytüşşebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim sordum:
— Sebeb nedir?
Dediler ki:
— Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz? Hâlbuki bu sözü söyliyenler de namazsız, hem de eşkiya idiler.
Âmirde aranan vasıflardan birisi de, ehliyet ve selahiyettir. İşinin ehli olan âmir, tahakkümle değil, bilgi ve tecrübe ile tatlı bir otorite ile yönetir. Bilgisini ve tecrübesini personeline de aktarır.
Nitekim Kur’an-ı Kerimde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Eğer o meseleyi Peygambere ve mü’minlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere havale etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi.” (Nisâ Sûresi, 4:83)
Taberaninin (r.a) bir rivayetinde Resulullah (sav) buyurdular ki: "Allah, bir mesleği olup mesleğinde maharetli ve uzman olan kulunu sever."

İşçi-işveren münasebetlerinin temelinde sevgi, şefkat ve anlayış vardır. Zira Efendimiz(s.a.v) işveren durumunda veya amir makamında olanlara, emirleri altında çalıştırdıklarına iyi muamele etmelerini emretmiştir.

Ubâde bin Velid'den (r. a.) rivayet edildiğine göre Resûlullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: "Çalıştırdığınız kimselere [Memur, işçi veya hizmetçi] yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin."

Abdullah bin Ömer'den (r.a.) şöyle rivayet edilir: Bir zat Peygamberimize (a.s.m.) gelerek, "Ya Resûlullah, bir hizmetçi hata işlediğinde kaç defa affedelim?" diye sordu. Resûlullah (a.s.m.) ona hiç cevap vermedi. Sorusunu üçüncü defa tekrar edince Resûlullah (a.s.m.), “Günde yetmiş defa affedeceksin” buyurdu.
Efendimiz (s.a.v) işçinin ücretinin vaktinde, alın teri kurumadan ödenmesini emretmekte, işçiyi çalıştırıpta ücretini ödemeyenlerin hasmı(düşmanı) olduğunu beyan buyurmaktadır.
Ebû Hüreyre (r.a.), Efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Allah Teâlâ buyurur ki: Üç kimse vardır ki, Kıyamet günü ben onların hasmıyım. Ben, her kimin hasmı olursam, onu helak ederim. O üç kimse şunlardır:
1. Bana karşı söz verip, sonra vaadinden dönen,
2. Hür bir kimseyi (köle gibi) satarak parasını yiyen,
3. Bir işçi çalıştırarak ondan istifade edip de ücretini vermeyen kimsedir.

İslâmiyet, ticaret hayatının, "helâl dairesinde" cereyan etmesi için, bütün esasları tesbit etmiştir. Esnafın ve tüccarın dikkat etmesi ve sakınması gereken hususları birer birer göstermiştir.

Ebû Ümame'den (r.a.) Resûlullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edildi:
“Tüccarda dört özellik olursa, kazancı bereketli ve helâl olur: Mal satın aldığında kötülemez, Sattığında övmez, Müşteriden malın kusurunu gizlemez, Alışverişte yemin etmez.”
Ticaret hayatında beşeri Muamelelerde, doğru ve dürüst olmak, bir tacirin sahip olması gereken en önemli vasıflarındandır.

Satılan malın kusurları ve meziyetleri alıcıya olduğu gibi söylenme­lidir. Eşyanın nerede yapıldığı, nerede yetiştiği ve benzeri hususlarda ya­lan söylenmemelidir. Satıcı asla ´Maliyetinden daha düşük fiyatla satıyo­rum´ gibi yalanlar söylememelidir. Kısacası her hususta doğruyu söyleyip müşteriyi aldatma yoîuna gitmemelidir.

Hz.Vasile (r.a.) naklediyor: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse kusurlu bir şeyi açıklamadan satarsa devamlı olarak Allah'ın gazabında ve melâikenin lanetinde olur."

Rıfaa´dan (r.a) şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a.v) ile beraber namazgâha çıkmıştık ki Hz. Peygamber (s.a.v) alışveriş yapan insanlar gördü ve onlara ´Ey tacirler güruhu!´ diye seslendi. Onlar da Rasûlullah´a icabet ederek boyunlarını ve gözlerini ona çevirdiler. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle de­vam etti: “Tacirler kıyamet günü kabirlerinden facirler (günahkârlar) ola­rak kalkacaklardır; ancak Allah´tan korkan, iyilik yapan ve doğru olanlar müstesnadır”
    
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:  “Satıcı ve alıcı birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler. Bunlar doğru olup da mala ve paraya ait hususları birbirlerine olduğu gibi, yani vakıaya mutabık olarak beyan ederlerse bu alışverişleri kendi­lerine mübarek kılınır. Eğer iki taraf mal ve para ile ilgili hususları gizleyip yalan söylerlerse bu alışverişlerinin bereketi giderilir.”

Ebû Said el-Hudrî (r.a.) Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Doğru, güvenilir tüccar cennette Peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir."
Bediüzzaman hazretleri münazarat eserinde mevzu ile alakalı şu açıklamalarda bulunmuştur;
S-Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
C-Doğruluk.
S-Daha?
C-Yalan söylememek.
S-Sonra?
C-Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd.
S-Yalnız...
C-Evet...
S-Neden?
C-Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası imaın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır?
İktisad ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasılki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Ve vakar, nasılki kötü hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır.

Öyle de: Ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyyeden olan ve belki kâinattaki nizâm-ı hikmet-i İlâhiyenin medârlarından olan iktisad ise, sefillik ve bahillik ve tama'kârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız, sureten bir benzeyiş var.
Bu hakikatı teyid eden bir vâkıa:
           
Sahabenin abâdile-i seb'a-yı meşhuresinden olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri ki: Halife-i Resûlullâh olan Fâruk-u Âzam Hazret-i Ömer'in (R.A.) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zat-ı mübârek çarşı içinde, alış-verişte, kırk paralık bir mes'eleden, iktisad için ve ticaretin medârı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş.

Bir sahabe ona bakmış. Rûy-i zemînin Halife-i Zîşanı olan Hazret-i Ömer'in mahdûmunun kırk para için münakaşasını âcib bir hısset tevehhüm ederek o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah hâne-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti.
Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: "İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?" Herbirisi dedi: "Bana bir altın verdi."

O sahabe dedi: "Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde ikiyüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemâl-i rıza-yı nefisle versin!" diye düşündü, gitti, Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer'i gördü. Dedi: "Ya İmam! Bu müşkilimi hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın."

Ona cevaben dedi ki: "Çarşıdaki vaziyet iktisaddan ve kemâl-i akıldan ve alış-verişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadâkatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir; hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır."
           
İmam-ı Azam, bu sırra işaret olarak لاَ اِسْرَافَ فِى الْخَيْرِ كَمَا لاَ خَيْرَ فِى اْلاِسْرَفِ demiş. Yâni: "Hayırda ve ihsanda (fakat müstehak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur."
Alırken ve satarken müsamahakâr olmak, ticaret ahlakının gereklerindendir. Satıcı ise parayı almak hususunda kolaylık göstermeli, fiyatı biraz dü­şürerek ikram yapmalıdır. Müşteri ise aldığı mal hususunda kolaylık gös­termeli, şartlarda aşırıya kaçmamalıdır.

Borç verildiği zaman, borçlu sıkıntıda ise müsamaha gösterilmeli, borcunu ödemesi için mühlet verilmelidir, Borçlu olan kişi de alacağım isteyen kişiye şiddet göstermemeli, onu oyalayıp sıkıntıya sokmamalıdır.

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Allah o kişiden razı olsun ki sattığı zaman da, aldığı zaman da, ala­cağını istediği zaman da kolaylık gösterir.”
Alışverişte -doğru bile olsa- yemin etmemek gerekir. Çok yemin etmemek alışverişin âdabından ve o alışverişte doğruluk olduğunun delillerindendir.
Hatta alışverişte -doğru bile olsa- hiç yemin etmemek daha güzeldir. Çünkü alışverişte çok yemin etmekte Allah´ın ismini (yemini) ucuzlatmak (yeminin değerini düşürmek) sözkonusudur.

Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İyilik etmek, sakınmak, insanlar arasında ıslah yapmak hususunda yeminlerinize Allah´ı hedef ve engel kılmayın. Allah işiten ve bilendir.”(Bakara/224)

Mallarını şaşalı bir şekilde takdim edip yalan yeminlerle satmaya çalı­şanlar bundan vazgeçsinler. Zira Ebuzer´in(r.a) rivayet ettiğine göre Hz.Pey­gamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Üç sınıf insan vardır ki Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize çıkarmaz, onlar için pek acıklı bir azap vardır.” Resûlullah (s.a.v) buna uyan ayeti üç kere okuduktan sonra “Umduklarına erişemediler ve ziyan ettiler” dedi. Ebu Zer(r.a)  “Onlar kimlerdir ey Allah´ın Resûlü?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v) “Bunlar; Elbisesini büyüklenerek yere kadar salıveren, verdiği şeyi başa kakan, yalan yere yemin ederek ticaret metaına sürüm verendir” buyurdu.

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Yemin, malın revacı sebebidir (zannolunur). Hakikatte ise malın ve kazancın mahv sebebidir.”

Barsa oğlu Haris (r.a.) der ki: Resûlullah'ın (s.a.v.) hacda iki cemre arasında şöyle buyurduğunu işittim: "Her kim yalan yemini ile din kardeşinin malını alırsa, ateşten yerine hazırlansın. Bunu burada bulunanınız bulunmayanınıza tebliğ etsin."
Çarşı ve pazarlarda çok sadaka vermek, orada yapılan hataların kefareti olur.
Kays b. Ebî Garaze(r.a) şöyle rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a.v) alış veriş mahallimize geldi ve “Ey tacirler top­luluğu! Şeytan ve günah satışa katılırlar; imdi siz satışınıza sadaka karıştı­rın” buyurdu.
Yapılan Alışverişe şahit tutmak ve anlaşma maddelerini yazı ile kayda geçirmek, ticaret adabındandır.

Eğer mal borca satılıyorsa, iki şahit tutup borcun miktarını ve ödenme zamanını yazmak çıkması muhtemel ihtilafları ortadan kaldırır. Bu şekilde hareket etmekte, daha fazla teminat ve tazminat vardır.

Ayrıca müslümanlar arasındaki yardım ve merhametin artırılması sözkonusudur. Yani yazmanız, hakkın yerine gelmesi için daha uygun, insanlar ara­sında adaletin yerine gelmesi ve şahitler için daha kolaydır. Borcun yazılması, ihtilaflara engel olur, şüphe kapısını kapatır. Çünkü şüphe ve ihtilaf İnsanların birbirine olan güvenini ortadan kaldırdığı gibi borç verme alışkanlığını da yok eder. Borç verme âdeti ortadan kalkarsa, insanlar sıkıntıya düşer.
Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Birbirinize belirli bir zaman için borç verdiğinizde onu yazın.” (Bakara/282)

Ayrıca bu yazma işlemine iki kişi de şahit olmalıdır. Zira Allah Teâlâ bu hususta şöyle buyurmakladır: “Erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutun, eğer iki erkek bulunamazsa, şahitliklerine razı olacağınız bir erkekle iki kadın şahit olabilir.” (Bakara/282)

“Borç büyük olsun, küçük olsun onu süresiyle beraber yazmaya üşenmeyin. Bu sizin için Allah katında adalete en uygun, şahitlik için en sağlam ve şüpheye düşmemenize daha yakın bir durumdur.” (Bakara/282)
Borç almaktan mümkün mertebe kaçınmak, hayati zaruretler olmadıkça borçlanılmamalıdır. Zira Resulullah –sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz borcu mekruh kılmıştır.

Namazlarında çok zaman “Allah’ım! Günahtan ve borçtan sana sığınırım.” diye dua ederlerdi. “Ya Resulellah! Sık sık borçtan Allah’a sığınıyorsunuz?” denildiğinde “İnsan borçlandığı takdirde, söyleyince yalan söyler. söz verir de sözünde duramaz.” buyurmuşlardır.

Umumiyetle borç kanaatsizlikten kaynaklanmaktadır. Bugün meşru kazancı ile iktifa etmeyip, lüks ve israfa dalarak borçlananlar, ağır ve mesuliyetli bir yükün altına girmektedirler. Kul borcu ile ölmek ve huzur-u ilahiye kul hakkı ile varmak, küfürden sonra en büyük günahtır.
Resulullah (s.a.v) Efendimiz namazı kılınmak üzere bir cenaze getirildiğinde geçmiş hayatının hiçbir safhasını sormazlar, yalnız “Onun borcu varmıdır?” diye sorarlardı. “Borcu vardır.” denilirse kılmaktan vazgeçerler, “Borcu yoktur.” denilirse cenazenin namazını kılarlardı.

Bir mü’minin bütün borçlarını açık bir şekilde yazarak vasiyet etmesi son derece mühimdir. Kul hakkı ile huzuru ilahiye giden, borcunu sevaplarından ödemek mecburiyetinde bırakılır. Bundan dolayıdır ki bir kimse vefat ettiğinde, varisleri malının üçte birinden ilk olarak borçlarını ödemelidirler.

Hz.Aliye (r.a) gelen bir kimse, borçlu olduğundan ve bundan dolayı sıkıntılı olduğundan bahsetti. Ona buyurduki: Resulullah aleyhisselamdan öğrendiğim şu duaları oku, inşallah borcunu ödersin.

“Allahümme ekfini bihalalike an haramike ve eğnini bifazlike ammen sivake”
Meali: “Allahım! Helal kıldıklarınla, beni haram kıldıklarından uzak tut. Fazl-u kereminle beni senden gayrıya karşı müstağni kıl.”              

Her kim, insanların mallarını borç, ödünç bulma gibi yollarla ödemek niyetiyle alırsa Allah, onu ödemesine yardım eder.

Kim de insanların mallarını geri vermemek niyetiyle alırsa, Allah onun malının bereketini giderip, telef ettirir.

Peygamber efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular: “En hayırlınız, borcunu en güzel şekilde ödeyendir.”

Amir oğlu Ukbe (r.a.) Resûlullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittiğini rivayet etti: "Nefislerinizi güvencede iken korkuya düşürmeyiniz" Ashap: "Bu nedir? Yâ Resûlullah" dediler. Resûlullah (s.a.v.): "Borç" buyurdu.

Başka bir hadislerinde ise şöyle Efendimiz(s.a.v) buyurmuştur: “Borca girmekten sakının! Çünkü o, geceleyin insanı üzer, gündüzleri de zillet içinde bırakır.”
Dinimiz Borç vermeyi teşvik etmiş, ödünç vermenin sadakadan daha hayırlı olduğunu beyan etmiştir. Zira sadaka zenginin de fakirin de eline geçebilir, lakin borç para sadece ihtiyacı olana düşer.

Nitekim ödünç paranın fazileti hakkında Kur’an-ı kerim de mealen şöyle buyurulmuştur: “Hani kim var dişinden tırnağından artırıp Allah yolunda bir ödünç verecek, o versinde Allah da kat kat fazlasını versin…” (Bakara Suresi, 245)  
Efendimiz(s.a.v), ticari hayatta şirketleşerek güçlenmeye teşvik etmektedir.
Ortalık sözleşmelerinin ilk şartı ortakların birbirlerine karşı dürüst davranmalarıdır. Böyle bir şirkete, Allah’ın, kazancı artırması ve bereketlendirmesi ile yardımcı olacağı ifade edilmektedir. Dürüst şirketlerin kazancını Allah’ın bereketlendireceği, bir nevi taahhüd altına alınmaktadır.

Ebu Hüreyre(r.a), Resulullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah Teâlâ buyurdu ki: Biri diğerine ihanet etmediği sürece 2 ortağın 3’üncüsü ben olurum. Biri arkadaşının güven duygusuna ihanet etti mi, ben aralarından çekilirim. (Araya şeytan girer).”
Beşerin hayat-ı içtimâîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşe’i iki kelimedir:
Birisi   : “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?”
İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”
Bu iki kelimeyi de idâme eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i zekâttır. Bu iki müthiş maraz-ı içtimâîyi tedâvi edecek tek çâre, zekâtın bir düstûr-u umûmî sûretinde icrasiyle, vücub-u zekât(Zekâtın emredilmesi) ve hurmet-i ribâdır(Faizin yasaklanması).

Evet, hayat-ı içtimaiyye-i beşeriyyede havas ve avâm, yâni zenginler ve fakirler, müvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O müvazenenin esası ise: Havas tabakasında merhamet ve şefkat; aşağısında hürmet ve itaattir.

Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. İkinci kelime, avâmı; kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyyeyi birkaç asırdır selbettiği gibi; şu asırda sa’y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe mâlûm olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi.

İşte medeniyet, bütün cem’iyyat-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedid inzibat ve nizâmatıyla, beşerin o iki tabakasını musalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müdhiş yarasını tedâvi edememiştir.

Kur’an, birinci kelimeyi esasından “vücûb-u zekat” ile kal’eder, tedâvi eder. İkinci kelimenin esasını “hurmet-i riba” ile kal’edip tedâvi eder.

Evet, âyet-i Kur’aniyye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. “Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız” diyerek insânlara ferman eder. Şâkirdlerine “Girmeyiniz” emreder.

Hem İslâmiyet, havastan ziyâde avamın tahassüngâhı olmuştur. Vücûb-u zekât ve hurmet-i ribâ ile havassı, avamın üstünde müstebid yapmak değil, bir cihette hâdim yapıyor.
Câbir b. Abdullah'dan (r.a.) şöyle rivayet edildi: Resûlullah (s.a.v.): "Faiz yiyene, yedirene, yazana ve şahitlerine lanet etti, onlar günahta eşittirler" dedi.

Ebû Hüreyre'den (r.a.) Resûlullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edildi: "Öyle bir zaman gelecek ki, insanlardan faiz yemeyen hiçbir kimse kalmayacak. Onu yemeyenlere de tozları bulaşacaktır."
Yüce dinimiz islam Borçlu-Alacaklı arasındaki münasebetleri (Borçlunun Borcuna sadık kalarak, borcunu vaktinde ödemesi, Alacaklının borçluya müsamahakâr davranması gibi.) tafsilatıyla belirlemiştir.

Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Bir alacaklı, borçlusunun yanından ondan hoşnut olarak dönerse; karanın hayvanları, denizin balıkları, o borçlunun mağfireti (bağışlanması) için Allah’a dua ederler. Bir borçluda ödemeye gücü yettiği halde, alacaklısını üzerek geri çevirse Allah mutlaka ona borcunu geciktirdiği her gün ve her gece için bir günah yazar.” 
Medeniyet-i hazıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, faidelerine râcih geldi.

Medeniyetteki maksud-u hakîki olan istirahat-ı umûmîye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine israf ve sefahet.. ve sa’y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçâre beşeri hem gâyet fakir, hem gâyet tenbel eyledi. Semavî Kur’ânın kanun-u esasîsi

ferman-ı esasîsiyle: “Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisad ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir.” diye Risâle-i Nur bu esası îzaha binaen kısa bir iki nükte söyleyeceğim:
Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen on adedde ancak ikisi idi.
Şimdiki garb medeniyet-i zalime-i hazırası sû’-i isti’malat ve israfat ve hevesatı tehyic ve havaic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcâtlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. On sekizi muhtaç hükmünde kalır.
Demek bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçâre avâm ve havas tabakasını dâima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’ân’ın kanun-u esasîsi olan “vücûb-u zekat, hurmet-i riba” vasıtasiyle avâmın havassa karşı itâatini ve havassın avama karşı şefkatini te’min eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbûr etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber etti!
İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer ni’met-i Rabbânîye olmasından, hakîki bir şükür ve menfaat beşerde isti’mali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkediyor.
Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyâdeleştirmiş. İktisad ve kanaat esasını bozup, israf ve hırs ve tama’ı ziyâdeleştirmeğe, zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o biçâre muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor! Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zâyi ediyor.
Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû’-i isti’mal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş...Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasiyle; intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî sûretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi cehennem azâbı veriyor.
İşte bu dehşetli musîbet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîm’in dört yüz milyon talebesinin intibahiyle ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlariyle beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi; dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyân’ın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi rahmet-i İlâhîyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!


Hayat-ı ihtilâl mevt-i zekât, hayat-ı ribâdan çıkmış
Bilcümle ihtilâlât, bütün herc ü fesâdat, hem asıl, hem madeni, rezâil ve seyyiat, bütün fâsit hasletler,
Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek, yahut iki kelâmdır. Birincisi şudur ki: "Ben tok olsam, başkalar,
Acından ölse neme lâzım." İkincisi: "Rahatım için zahmet çek. Sen çalış ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler."
Birinci kelimede olan semm-i kàtili, hem kökünü kesecek, şâfi devâ olacak tek bir devâsı vardır.
O da zekât-ı şer'î ki bir rükn-ü İslâmdır. İkinci kelimede, zakkum-u şecer münderiç. Onun ırkını kesecek, ribânın hurmetidir.
Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtını vaz etmeli, ribâyı kaldırmalı.

Beşer hayatını isterse envâ-ı ribâyı öldürmeli
Tabaka-i havastan tabaka-i avâma sıla-i rahm kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor
Sadâ-yı ihtilâli, vâveylâ-yı intikamı, kin ve haset enîni. Yukarıdan iniyor
Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm saikası. Aşağıdan çıkmalı
Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisal. Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,
Hem şefkat ve terbiye. Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribâyı tard etmeli.
Kur'ân'ın adaleti bâb-ı âlemde durup ribâya der "Yasaktır; hakkın yoktur, dönmeli."
Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. Müthişini yemeden bu emri dinlemeli.
Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet, beşer dinlemedi, bu İkinci Harb-i Umumî ile dehşetli silleyi de yedi.
Vücutta atâlet yok; işsiz adam, vücutta adem hesabına işler
En bedbaht, sıkıntılı, muztarip işsiz olan adamdır. Zira ki atâlet, vücut içinde adem, hayat içinde mevttir. Sa'y ise, vücudun hayatı, hem hayatın yakzasıdır elbet.
Ribâ İslâma zarar-ı mutlaktır
Ribâ atâlet verir, şevk-i sa'yi söndürür. Ribânın kapıları, hem de onun kapları olan bu bankaların her
Dem nef'i ise, beşerin en fena kısmınadır. Onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef'i en fena kısmınadır; onlar da zalimler.
Her dem zalimlerdeki nef'i en fena kısmınadır. Onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâma bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her
Dem refahı nazar-ı şer'îde yoktur. Zira harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir, demi hederdir. Her dem.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder