Sünnet-i Seniyyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir. | Bediüzzaman Said NURSİ

Eğlence Adabı


Evet, beşer, hakikata muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Hem beşerin tenbelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa'ye şevki kırar.

Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur; elbette biçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevab cihetiyle baki kalan sevinçlerdir.

Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip, gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Ta ki; bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünki şükür, nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.

Bediüzzaman Hazretlerinden mervi, Talebelerinin dilinden konuyla alakalı birkaç tane hatıra nakledelim;
“Vaktini hiç boş geçirmiyordu”

Zernabad suyu başında, eskiden çok sık ağaçlık vardı. Ağaçlar budanmamış olduğundan dallar birbirine girmişti. Dalların üzerine Üstad'ın çıkıp oturacağı bir köşk yapmıştık. Biz talebeler aşağıda kalıyorduk. Üstad akşamları da, ağaçtaki yerinde kalıyordu. Ben şahid olduğum kadarıyla, hiç boş vaktini görmüyordum. Daima bir işle meşgul oluyordu. Ya okuyor, ya dua ediyor, ya namaz kılıyor, mutlaka bir meşguliyeti oluyordu. Yalnız misafirler geldiği zaman onlarla sohbet edip, alâkadar oluyordu.

Hem Üstadımız, taharet ve nezafet-i şer'iyeye son derece riayet eder, her zaman abdestli olarak bulunur, asla mübarek vaktini boş geçirmez. Ya Risale-i Nur telifiyle veya tashihiyle meşgul veya Münâcât-ı Cevşeniyeyi kıraat ve secdegâh-ı ubudiyete kaim veya tefekkür-ü âlâ-i İlâhî bahrine müstağrak bulunurdu. Ekseriyetle, yaz zamanı şehre uzak ormanlık dağ vardı. Üstadımızla oraya giderdik. Yolda, hem Risale-i Nur tashih ederler, hem bu âciz talebelerinin okudukları risaleye dikkat ederler ve tashih için hatâlarını söylerler veyahut eski müellefatından birisinden ders verirler, bu suretle yolda bile mübarek vaktini vazife ile geçirirlerdi.

“Bilsen gayret ne hayırlı bir iştir”
O kışı çok tatlı hatıralarla geçirdik. Baharda odun kırmış, camiye odun çekiyordum. Üstad da bana odun taşımak için yardım ediyordu. Kucağına bir demet alıp taşımaya başladı. Ben Üstad'ın odun taşımasını istemedim. 'Efendim, işte ben taşıyorum. Siz oturunuz' dedim. Üstad cevaben aynen şunları söyledi: "Birader, gayretim, kabul etmiyor, sen çalışasın ben oturayım. Eğer bilsen gayret ne kadar hayırlı bir iştir, ömrünü bir dakika boşa geçirmezdin!'
Herbir insanda herbir latîfenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihâzâtın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfâtı vardır.

Şükr-ü Örfinin tarifi şöyledir: Cenab-ı Hakk'ın kendi abdine in'am eylediği kulak, burun ve göz gibi bütün a'zaları yaratıldıkları hikmet ve gayesine göre sarf eylemektir. Yani: İbadet cihetinde herbirisini Allah'ın emreylediği tarzda çalıştırmaktır.

Meselâ, kulak, sadâların envâlarını, latîf nağmelerini ve mesmuat âleminde Cenâb-ı Hakkın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfâtı var.
Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder.

Hattâ o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkeza yağmur, kuş ve saire gibi her nev’den Rabbanî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir.

Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba’ ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.

Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, manevî yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden âvâzlar, matem seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin âdemiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hâsıl olur. Zira Küfür sebebiyle insanların kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine ayette işaret edilmiştir.

Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.

Üstad Hazretlerinden bu meseleyle alakalı iki hatıra nakledelim…
Birincisi: Bana bidayette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıya yakın bir şarkı kulağıma geldi, evrad ile meşguliyetime zarar verdi. Ben, hiddet ettim, çıktım. Gördüm ki, hilâf-ı âdet, Ömer'dir. Ben de hilâf-ı âdet bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilâf-ı âdet olarak Ömer başka hapse gönderildi.
İkincisi: Hamza namında, on altı yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor, başkalarının da iştahlarını açıyor, haylazlık ediyordu. Ona dedim: "Böyle yapma, tokat yiyeceksin." Birden, ikinci gün bir eli yerinden çıktı, iki hafta azabını çekti.
Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü açık kalbli olmak. Allah iyi huylu, güler yüzlü kimseyi sever.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) insanların en mütebessimi idi. Hiçbir zaman kahkaha ile gülmez, güldükleri zaman sadece tebessüm ederek gülerlerdi. Bu nedenledir ki Gülmede ölçülü olmalı, zira fazla gülmek kalbin katılaşmasına sebeptir.

Hz. Abdullah b. Haris b. Cez şöyle demektedir: "Peygamber Efendimiz'den daha çok gülümseyen kimseyi görmedim. Peygamber Efendimizin gülmeleri hep gülümseme idi."

Peygamber efendimiz (s.a.v) buyurdular ki; “Güzel ahlâk; güler yüzlü olmak, hayırlı işlerde el açıklığı, bir de kimseye eziyet etmemektir.”

Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) Peygamber Efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Haramlardan sakın ki, insanların en abidi olasın. Allah'ın taksimine razı ol ki, halkın en zengini olasın. Komşuna iyilik yap ki, kâmil  mü'min olasın. Nefsin için sevdiğini insanlar için de sev ki, halis Müslüman olasın. Bir de sakın çok gülme. Zira fazla gülme kalbi öldürür."

Ebû Zer Gifârî (r.a.) Resulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu anlattı: "Eğer bildiğim kadarını bilseydiniz, az güler çok ağlardınız."

Peygamber efendimiz (s.a.v) buyurdular ki; “Mü’min, gece çok ağlar, gündüz çok tebessüm eder”

Peygamber efendimiz (s.a.v) başka bir hadislerinde ise şöyle buyurdular ki; “Din kardeşine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokaktan taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır.”
Yüce dinimiz İslam, istikamet üzere kalmak (ifrat ve tefritten sakınmak) şartıyla mizah ve şakalaşmaya da yer verir.

Az ve yerinde olan şakayı Peygamber Efendimiz (s.a.v) de tasvip etmişlerdir. Zira Şakalaşmak sünnettir. Yerinde yapılan şakalar ise insanlar arasında muhabbeti arttırır. Ancak, şakaların devamlı yapılmasından sakınmak gerekir. Bir kısım mübahlar vardır ki, onlara devam edildiği takdirde günaha dönebilirler. 

Efendimizden (s.a.v) Birkaç Latife (şaka):
Peygamber efendimiz (s.a.v) ile Hz. Ali efendimiz (r.a) oturmuşlar zeytin yemekteydiler. Bir ara Hz. Ali efendimiz (r.a), yemiş olduğu zeytin çekirdeklerini, Peygamber efendimize (s.a.v) fark ettirmeden, önüne doğru kaydırıverir, sonra da; Ya Resulallah! Bakıyorum da ne kadar çok zeytin yemişsiniz deyince; Efendimiz de(s.a.v), Ya Ali sende çok acıkmış olmalısın, zira zeytinleri çekirdekleriyle beraber yemişsin...

Hz. Enes (r.a) anlatıyor: Bir adam Aleyhissalâtu vesselâm'a gelerek: “Ey ALLAH'ın Resulü! Beni bir deveye bindir!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Ben seni devenin yavrusuna bindireceğim!" dedi. Adam: "Ey ALLAH'ın Resulü, ben deve yavrusunu ne yapayım ona binilmez ki!" deyince Aleyhissalâtu vesselâm "Acaba deveyi deveden başka bir mahlûk mu doğurur?" buyurdular.

Efendimiz (s.a.v), Huzurundaki ashabına "Yaşlılar cennete girmez" buyurunca, meclisteki yaşlı kadın oldukça tasalanmıştı. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) Cennete girenlerin hep genç yaşta olacağı hakikatini açıklayıp latifesini noktaladı.

Efendimiz (s.a.v), Enes bin Mâlik’e hitaben "Ey iki kulaklı" diye hitap etmiş ve bu mizahında Hz Enes'i, dinî konuşmaları dinlemedeki dikkati ve verilen emirleri anlama ve uygulamadaki hassasiyeti ile övmüştür.

Ümmü Eymen (r.a) Efendimize (s.a.v) gelerek “Kocam sizi davet ediyor.” dedi. Efendimiz (s.a.v) zarif bir mizahta bulunarak ona “Kocanız kim? Şu iki gözünde beyazlık bulunan mıdır?” diye sordu. Kadıncağız “Hayır, onun gözünde beyazlık yoktur.” diye cevap verdi. Peygamberimiz (s.a.v) bunun üzerine “a kadın, hiç kimse yoktur ki gözünde beyazlık bulunmasın.” buyurarak latifesini izah etti.

Saadet asrında, bir Ramazan günü Kâinatın Efendisi (s.a.v) ve halka halka sahabi Ezanı bekliyorlardı. Allahın arslanı ve evliyalar sultanı Hz.Ali (r.a) karpuz kesiyordu. Nebiyyi Muhterem (s.a.v) buyurdular ki; “Ne duruyorsun Ya Ali! Yesene?” Bunun üzerine Hz.Ali (r.a) hiç tereddüt etmeden bir dilim karpuzu ağzına götürdü. Efendimiz (s.a.v) yine buyurdu; “Oruç değilmisin Ya Ali?” Hz.Ali cevaben “Ey Allahın Resulü! Canım sana feda olsun. Tut dediniz oruç tuttum, ye derseniz derhal yerim. Zira sahib-i şeriat sizsiniz.”    
Güldürmek ve eğlendirmek kasdıyla, İnsan şahsiyetini ve onurunu rencide edici alaycı sözlü şaka ve davranışlardan kaçınmak gerekir.

Şakanın eziyet, sıkıntı verici ve rahatsız edici olanı yasaktır. Her işte olduğu gibi şakada da aşırı gitmemelidir. El şakaları ve öldürtücü, yaralayıcı aletlerle yapılan şakalar tehlikeli olabileceğinden yasaklanmıştır.

İbnu Ebi Leyla anlatıyor: Resulullah (s.a.v) ve bazı sahabiler bir sefer yürüyüşünde idiler. Bir konaklama sırasında içlerinden biri uyurken, arkadaşı gidip ipini alır. Uyanınca ipini bulamayan zat kaybettim diye çok korkar. Duruma muttali olan Aleyhissalâtu vesselâm: "Bir Müslümana bir başka Müslümanı korkutmak helal olmaz!" buyurdular.

Başka hadislerinde Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:
"Her kim kardeşine, isterse ana baba da olsa, korkutmak üzere demirle işaret ederse, onu bırakmayana kadar melekler o kimseye lanet ederler. "
"Sakın sizden biriniz kardeşine silah ile işaret etmesin. Çünkü işaret eden kimse bilmez ki belki Şeytan o silahı elinden kaydırır, işaret edilen adamı vurur da bu yüzden cehennemden bir çukura yuvarlanır."
Şaka bile olsa yalan söylememek gerekir.
Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: Ashabtan bir kısmı: "Ey Allah'ın Resûlü! Sen bize şaka yapıyorsun!" demişlerdi. "Şurası muhakkak ki (şaka da bile olsa) ben sadece hakkı söylerim!" buyurdular.

Ebu Ümame (r.a) anlatıyor: Resulullah (a.s.v) buyurdular ki: "Ben, haklı bile olsa münakaşayı terkeden kimseye cennetin kenarında bir köşkü garanti ediyorum. Şaka bile olsa yalanı terkedene de cennetin ortasında bir köşkü, ahlakı güzel olana da cennetin en üstünde bir köşkü garanti ediyorum."

Allah Resulü (s.a.v) buyurdu: "insanları güldürmek için yalan yanlış konuşan kimsenin vay hâline!”
Gülümsemek, güler yüzlü olmak ve az gülmek sünnettir. Bunlarda sadaka sevabı vardır.
Bunlar kalbe hayat verir. Ruha huzur verir. İnsanları kaynaştırır, insanlar arasında güven, sıcaklık ve yakınlaşma meydana getirir. Dostlukları arttırır. Düşmanlıkları öldürür, husûmeti kırar. Kırgınlıkları önler. Şeytandan gelen kini, nefreti, öfkeyi, kızgınlığı, küskünlüğü söndürür ve yok eder.

Peygamber Efendimiz (a.s.m) güler yüzlü idi. İnsanlara somurtmazdı. Kızdığında kızgınlığını belli etmezdi. Buyurmuştur ki:
 “Güler yüzle insanlara selâm vermen sadakadır.”
“Allah yumuşak ve güler yüzlü kimseyi sever.”
“Siz mallarınızla bütün insanları memnun edemezsiniz. Öyle ise, güler yüzlülüğünüz ve güzel huyunuzla onları memnun ediniz.”
“Allah Müslüman kardeşine surat asan kimseye buğz eder.”
“Allah’tan kork ve hiçbir iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birisine kovandan su vermek veya Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamak dahî olsa.”
Çok gülmek, kahkahayla gülmek, yapmacık gülmek, boş yere gülmek, alay edici, incitici ve küçümseyici gülmek ve boş ve batıl bir şekilde güldürmek dinimizce yasaklanmıştır. Zira Hazret-i Peygamber (a.s.m) çok susar, az gülerdi.

Kur’ân, gereksiz gülmeye taraftar değildir. Buyurur ki: “Ağlayacak yerde gülüyorsunuz!” (Necm Sûresi: 60)
Konuyla ilgili uyarıcı hadisler ise şöyledir:
“Az gül. Çünkü çok gülmek kalbi öldürür (katılaştırır).”
“Siz benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yüksek dağlara çıkar, sızlanarak Allah’a yalvarırdınız. Çünkü kurtulup kurtulamayacağınızı bilemiyorsunuz.”
“Kim gülerek günah işlerse, ağlayarak Cehennem ateşine girer.”
“İki çeşit gülme vardır: Bir gülme vardır ki, Allah sever. Bir gülme vardır ki, Allah gazap eder. Allah’ın sevdiği gülme şudur: Kişi görmeyi arzuladığı bir din kardeşiyle karşılaşır ve onu gördüğünden dolayı sevinir. Allah’ın gazap ettiği gülme ise, kişi incitici, eziyet verici, küçük düşürücü, alay edici, kaba veya batıl bir sözü hem gülmek ve hem de başkalarını güldürmek amacıyla söyler. Bu yüzden yetmiş kat Cehennem uçurumundan aşağı yuvarlanır.”
“Ölüm kendisini kovaladığı halde, dünyayı kovalayan kimseye şaşarım. Kendisinden gafil olunmadığı halde, gaflete dalan kimseye şaşarım. Allah kendisinden râzı mıdır, kızgın mıdır bilmediği halde kahkahayla gülen adama şaşarım.”
“Bana az önce şu duvarın kenarında Cennet ve Cehennem gösterildi. Hayrın yapılmasının ve şerden kaçınılmasının önemli sonuçları olduğunu bu günkü kadar görmedim. Eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.”
“Acıkmadan yemek, uyku gelmeden uyumak, şaşkınlık yaşamadan yapmacık olarak gülmek, musîbet ânında feryad etmek, nîmet ânında gayr-ı meşrû şekilde çalgı çalmak Allah katında büyük gazaba sebep olan şeylerdendir.”
İ'lem.. Bil ey insan!
Senin başını süsleyip güzelleştiren ve o başa göz zinetini takıp görmeklik veren zat, elbette seni senden daha çok görüyordur.
Evet o Sani' ki, senin başını iki tane göz elmaslarıyla ve iki adet kulak sadefiyle zinetlendirip, yüzünün mağarası olan ağzına laklaka eden lisan mercanını takan; elbette ve elbette seni senden daha çok görüyor. Ve sana senden daha çok yakındır. Ve sana senden daha çok şefiktir. Ve senden çıkan en gizli âh ü enînleri senden daha çok işitir.
İ’lem Eyyühel Aziz!
Küfran-ı nimetin en azîmi ve Cenab-ı Hakk'ın a’lâ ve nimetlerine karşı tekzibin en şiddetlisi budur ki: Göz ve kulak gibi hem kendisine, hem başkasına âmm olan; veya nur ve nar gibi devamlı ve istimrarlı bulunan; veya su ve hava gibi ihata ile heryeri dolduran nimetler gibi azim niam-ı İlahiyeye karşı şükür etmemezliktir.
Belki adam, başka insanlarda olmayıp, yalnız kendisine has olan; veya onun üstünde yeniden yeniye tazelenip gelen; veyahutta nâdir hacetler için ender bulunan nimetler için Allah'a şükredebiliyor.
Halbuki her zaman devam eden umumî ve devamlı nimetler, nimetlerin en a’zamı ve en etemmidirler. Ve umuma şamil olan nimetler, onun kemal-i ehemmiyetine delâlet eder. Hem devamlı ve istimrarlı olan bir nimet, onun çok kıymettarlığına delildir ve öyle olması lâzımdır.
İ’lem eyyühe’l-aziz!
Cenâb-ı Hakkın insana verdiği nimetler, ister âfâkî olsun, ister enfüsî olsun, bazı şerait altında insana gelip vusul buluyor.
Meselâ, ziya, hava, gıda, savt ve sadâ gibi nimetlerden insanın istifade edebilmesi, ancak göz, kulak, ağız, burun gibi vesaitin açılmasıyla olur. Bu vesait, Allah’ın halk ve icadıyla olur. İnsanın eli, kesb ve ihtiyarında yalnız o vesaiti açmaktır.
Binaenaleyh, o nimetleri yolda bulmuş gibi sahipsiz, hesapsız olduğunu zannetmesin. Ancak Mün’im-i Hakikînin kastıyla gelir, insan da ihtiyariyle alır. Sonra ihtiyaca göre in’am edenin iradesiyle bedeninde intişar eder.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder