Sünnet-i Seniyyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir. | Bediüzzaman Said NURSİ

Kabir ve Taziye Adabı


Kabir ziyaretleri, ölümü hâtıra getirmesi cihetiyle, kalınlaşmış gaflet perdesini yırtmakta, geçmişimize bakıp geleceğimizi düşünme fırsatı vermektedir.

Nitekim Resûlüllah Efendimiz: "Kabirleri ziyaret ediniz. Zira kabir ziyareti, ölümü hatırlatır, düşünme fırsatı verir..." buyurmuşlardır.

İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tul-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.

Evet, ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat, Kur’an-ı Hakîm’in
gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tul-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmare o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer.

Bu rabıtanın fevaidi pek çoktur. Hadîste-ev kema kal- yani "Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!" diye bu rabıtayı ders veriyor.

Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmağa mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikata uygun gelmiyor.
Belki akibeti düşünmek suretinde, müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır.

Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.

İşte kabir ziyaretlerinin en büyük gaye ve faydası, insana ölümü hatırlatması, râbıta-i mevt yapma imkânı hazırlamasıdır.
Kabir ziyareti, denize düşmüş boğulmak üzere olan bir dostuna el uzatma yardımı gibidir.

Boğulmak üzere olan bir dostuna, yakınına el uzatmanın değeri ne ise, mezardakileri ziyaret edip onlara dualar okumak, hayır ve hasenatlarla yardımlarına koşmak da odur. Bu teşbihi bizzat Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) yapmışlardır.

Ne gariptir ki bâzı kimseler her türlü hayır ve hasenattan mahrum kalmış ölüleri ziyaret ederken, onlara yardım niyetiyle değil, onlardan yardım görme maksadıyla ziyarete gider, ölüden menfaat ve medet bekler.

Gerçi evliya kabirlerini ziyaret ve hürmet, İslâmî bir gelenek hâlini almıştır. Ancak bu ziyaret, sırf Cenâb-ı Hak hesabına, o kabir sahibi Allah`ın makbul bir kulu olduğuna binaen âhirette şefâatçı olması temennisiyle yapılmalıdır. Ancak böyle olursa türbe ziyâreti câiz ve meşrû olur.
Ziyeretlerine gidilen Kabir ve türbe sâhibi zatları, kendi kendine medet verecek bir kudret ve tasarruf sahibi olarak düşünüp âmiyane ve câhilâne takdis etmek, mezar ve türbelerine çul çaput bağlamak, mum yakmak, taşına toprağına yüz sürmek, dünyevi isteklerde bulunmak; mânasız ve lüzumsuz olmakla birlikte, aynı zamanda gizli şirke benzeyen haram bir tutum ve davranış mahiyeti de arzetmekte olup dinimizce yasaklanmıştır.

Hadîslerde bu cahilce anlayışlar men`edilmiştir. Bilhassa kadınların bu gibi hatâlı, İslâm`a uymayan âdetleri devam ettirip kabirlerde saçlarını yolup başlarını taşlara vurdukları, niyetlerindeki dünyevî maksadları yoluna koydurmak için ölüden medet ummak gibi fitnelere sebeb oldukları içindir ki, Peygamber Efendimiz: “Allah kabirleri ziyaret eden kadınlara lânet etmiştir.” buyurmuştur. Bu lânete müstehak kadınlar, kabir ziyaretinde gereken âdâb ve erkânı bilmeyip fitnelere sebeb olan kadınlardır. Yoksa usûl ve kâidelerine riayet eden kadın - erkek herkes için, kabir ziyareti yapmak müstehaptır.

Bediüzzaman hazretleri mevzu hakkında gayb aşina gözleriyle gördüğü bazı hakikatleri talebelerinin bir sorusu üzerine şöylece beyan etmiştir:
Biz de Üstadımızdan sorduk: "Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men ediyorsunuz?"

Cevaben Üstadımız dedi ki: "Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik, verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismiyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile, eski zamandaki lillâh için ziyarete mukabil, ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir. Öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur'daki âzamî ihlâsı kırmamak için ve o ihlâsın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum.

Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa olsun, okudukları Fatihalar o ruha gider.
Ölüm en büyük ders ve ibrettir. Dünya hayatına dalıp gaflette boğulmamak için zaman zaman kabirleri ziyaret etmek lazımdır.

Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.

Ziyaret için kabristana giden kimse, önce mezarlığın girişinde kabir halkına gizlice selâm verir: "Ey müminler ve müslümanlar diyarının ahalisi, sizlere selâm olsun. İnşaallah, biz de sizlere katılacağız. Allah'tan bize ve size mağfiret dilerim" der. Mezardaki ölüye ziyaretçinin verdiği selâmı ölü alır ve ziyaretçinin mezarının başında oturmasıyla ölü ünsiyyet edip memnun olur.

Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmaktadır: "Herhangi bir kişi, sağlığında tanıyıp bildiği bir kişinin mezarının yanından geçer de ona selâm verirse, mezar sâhibi onu tanır ve sevinçle selâmını alıp iade eder..."

Bu şekilde selâm verildikten sonra, ziyaret edilecek kabre doğru ilerlenir. Ziyaret edilecek merhumun kabrine ayakucu tarafından yaklaşılır. Yüzüne veya kıbleye müteveccihen ayakta durulur veya oturulur. Kabrin başında, Yâsîn-i şerîfi, 10 defa İhlâs sûresini yahut da bildiği âyet ve sûreleri okumak câiz ve münasiptir.
Okunan âyetler, yapılan tevbe ve istiğfarlar hem ziyaret edilen merhuma, hem de kabir komşusu diğer mü`minlere hediye edilir.

Bu şekilde hediye etmekle sevab azalmaz. Bu, tıpkı yüksek bir yerden çağırırken, sesi bir kişi ile bin kişinin duyması arasında fark olmayışı gibidir. Bir kişiye hediye etmekle bin kişiye hediye etmek arasında sevabın azalması diye bir şey söz konusu değildir.

Nuranî şeyler güneş ışığı gibidir. Çok kimselerin aynı anda ışıktan istifade etmeleri az kimsenin istifadesini noksanlaştırmaz.
Bediüzzaman hazretleri mevzu hakkında sorulan bir suale şöyle cevap vermiştir:
Sual: Denildi ki: “Fatiha ve Yâsin ve hatm-i Kur’ânî gibi okunan virdler, kudsî şeyler, ba’zan hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. Hâlbuki böyle cüz’î birtek hediye ân-ı vâhidde hadsiz zâtlara yetişmek ve her birisine aynı hediye düşmek, tavr-ı aklın haricindedir.”

Elcevab: Fâtır-ı Hakîm nasılki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış ve radyo vasıtasiyle bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (A.S.M.) umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi, öyle de; okunan bir Fâtiha dahi, (meselâ) umum ehl-i îman emvatına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle ma’nevî âlemde, ma’nevî havada çok ma’nevî elektrikleri, ma’nevî radyoları sermiş, serpmiş; fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor.

Hem nasılki bir lâmba yansa, mukabilindeki binler âyineye (herbirine) tam bir lâmba girer. Aynen öyle de, bir Yâsin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, herbirine tam bir Yâsin-i Şerif düşer.
Cenazeye katılmak, Müslüman’ın Müslüman üzerindeki haklarından birisidir.

Ebû Hüreyre'nin (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu haklar konusunda şöyle buyurmaktadır. "Müslümanın Müslaman üzerindeki hakkı beştir: 1. Selam almak. 2. Hasta ziyaret etmek, 3.Cenazeye katılmak, 4. Davete icabet etmek, 5. Aksırınca teşmitte bulunmak."
Müslüman şayet sekerat halindeki, yani can çekişen bir Müslümanın yanında ise ona "La ilahe illallah" sözünü aşikâre söyleyerek tekrarlayabilmesi için telkin etmeli ve Yasin suresi gibi kur’andan bazı aşirleri okumalıdır.
Evet, Kur’an okumak, En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur'ân, onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor.

Vefatından sonra Müslüman kardeşinin yıkanıp kefenlenmesi ve mezar bulunması işi ile ilgilenmelidir.

Zira cenazenin yakınları o anda derin acı içerisinde bulunurlar. Bu gibi yapılması zaruri işlerin yükü de onların omzuna yüklenilmemelidir.
Cenazeyi defnetmekte acele edilmelidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Cenaze defninde acele ediniz. Eğer bu ölü iyi bir kişi ise, bu bir iyiliktir. Onu bir an evvel kabirdeki hayır ve sevabına ulaştırmış olursunuz. Eğer bu cenaze iyi bir kişi değilse, bu da bir ferdir. Bir an evvel omuzlarınızdan atmış olursunuz."
Cenaze namazına iştirak etmenin büyük sevabı vardır. Cenaze namazını kıldıktan sonra, cenaze defn olununcaya kadar, defin mahallinde hazır bulunmanın sevabı da pek çoktur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu davranışı, "İki büyük dağ gibi sevap kazanmakla" müjdelemiştir.
Cenazeyi kabre kadar taşımak bir mümine yapılacak en son hizmetlerdendir. Bu taşıma aynı zamanda bir ibadettir.
Bilhassa namaz kılınan yerlerde, mezarlıkla namaz kılınan yerin yakınlığı durumlarında cenazeyi vasıta ile taşımak bu ibadeti terk etmek olur.

Sünnet üzere, cenazeyi tabutun dört tarafından dört kişi tutarak taşır. Tabutun dört tarafından onar adım taşımak müstehaptır. Daha çok taşımanın sevabı da çoktur.
Önce cenaze sağ ön tarafından, sonra sağ arka tarafından taşınır. Sonra sol tarafına geçilerek sol ön ve sol arka tarafından omuzlanır. Böylece her tarafından onar adım olmak üzere kırk adım taşınmış olur.
Yakınlarını kaybeden kimselerin evine yemek göndermek veya götürmek sünnettir. Zira mevtanın ailesi o acı içerisinde yemeği düşünemez, onları bu külfetten kurtarmak lazımdır.
Esma binti Ümeys (r.a.) bu mevzuyla ilgili şu hadis-i şerifi rivayet etmektedir: "Cafer İbn Ebû Talib şehid edildiği zaman Resûlullah (s.a.v.) ev halkının yanına döndü ve 'Cafer'in ailesi, cenaze ile meşguldür [üzüntülüdür]. Bunun için onlara yemek hazırlayınız' buyurdu."
Definden önce veya sonra ölüye ağlamak ittifakla caizdir. Ancak sesi yükseltmemek, çirkin sözler söyleyerek isyan etmemek ve ağıt yakmamak gerekir.
Zira oğlu İbrahim ölünce Hz. Peygamber (s.a.s) de ağlamış, yine kızının oğlu can çekişmekte iken kendisine arzedilince gözlerinden yaşlar boşanmıştır. Sebebi sorulunca da şöyle cevap vermiştir: "Bu, Allah'ın rahmetidir, onu kullarının kalplerine koymuştur. Allah ancak merhametli olan kullarına merhamet eder"
Kabristan sakinlerinin mezarlarına, küçük veya büyük abdest bozmaktan sakınmak gerekir.
Kabir yanında kurban kesmek Allah için kesilse bile mekruhtur.
Hele ölünün rızasını kazanmak ve yardımını elde etmek için kesilmesi kesinlikle haramdır. Bunun şirk olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü kurban kesmek ibadettir; ibadet ise yalnız Allah'a mahsustur.

Mezar çiğnemek mekruhtur. Mecbur kalınmadıkça mezarların üstüne basılmaz, toprakları çiğnenmez.
Şayet geçip gitmek için başka yol yoksa merhuma Kur`an ve duâlar okunarak basılıp geçilir.
Hadîs-i şerîfte ateş üzerine basmanın, mezar üzerine basmaktan hayırlı olacağına işaret olunmuştur.
Kabir üzerindeki yeşillikler hiçbir surette yolunmaz, bil`akis çiçekler dikilir, ağaçların kurumaması te`min edilir. Kuruyan ağaçlar ise kesilebilir. Yeşil ağaçları kesmek kat`î surette mekruhtur.
Bütün mevcudat lisan-ı hal ile "Bismillâh" der. Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları "Bismillâh" der, sert olan taş ve toprağı deler, geçer. "Allah namına, Rahmân namına" der; herşey ona musahhar olur.
Dolayısıyla kabristan sakinleri, mezarlarının üstünde veya yanında biten nebat ve ağaçların manen, lisan-ı halleriyle yaptıkları zikirlerinden, ibadetlerinden istifade ederler.

Ölü namına iyilik yapmak, sadakalar dağıtmak da câizdir. Ölü kendi adına yapılan iyiliklerden, hayır ve hasenatlardan memnun ve müstefîd olur.
Ashab bir gün Resûlüllah Efendimize şöyle bir soru sordular:
-Yâ Resûlâllah, biz ölülerimiz için sadaka veriyoruz, dua ediyoruz. Bu ona erişir mi? Resûlüllah Efendimiz şu mânidar cevabı verir:
-Evet, erişir. Onlar onunla sevinirler. Tıpkı birinizin kendisine hediye edilen bir tabak yemeğe sevinmesi gibi...
Cenazeyi takip edenler, yolda lüzumsuz lâkırdı etmezler. Yüksek sesle konuşmayıp, Ölümü ve ahireti düşünürler.
Cenazede “Allahü ekber, Allahü ekber, la ilahe illallahü vellahü ekber…” gibi tesbihleri sesli olarak söylemek mekruhtur, bidattır.  Sünnette öyle bir şey yoktur. Aksine, cenazede ibret dersini almaya yönelik olarak sukünet, tefekkür esastır.
Tâziye, yakını vefat eden kederli bir müslümanı ziyaret edip tesellide bulunmak, üzüntülerine ortak olmaktır. Müslümanlar, din kardeşlerinin evlerinden cenaze çıkması hâlinde gidip ziyaret eder, geçmiş olsun`da bulunur, başsağlığı diler, onların üzüntü ve kederlerini hafifletmeye çalışırlar.
Taziye (Baş sağlığı) ziyaretine gidildiğinde, Peygamberimiz (a.s.m) meyyit için dua edilmesini ve ardından Fatiha suresinin okunmasını tavsiye etmişlerdir.

عَزاَءَكَ وَغَفَرَ لِمَيِّتِكَ أَجْرَكَ، وَأَحْسَنَ أَعْظَمَ اللهُ
"E'zemellahu ecrekum ve ehsene âzaekum ve ğefere limeyyitikum"
Anlamı: "Allah ecrinizi artırsın, Sabrınızı güzel eylesin ve ölünüzü bağışlasın"
Tâziye ziyaretleri, ilk üç gün içinde yapılmalıdır. Daha sonra yapılacak ziyaretler, zamanı geçmiş tâziye ziyâretleri olarak ifade edilir.
Üç günden sonra yapılacak ziyaretlerde vefatı sık sık sohbet konusu yapıp derdi tazelemek uygun olmaz. Münasip bir lisanla bir kere tâziyede, baş sağlığı dileğinde bulunulur, sonra sohbet başka mevzulara kaydırılır.
Diğer yandan cenazenin defninde bulunamayan uzaktaki kimseler üç günden sonra da taziyede bulunabilirler.
Hz. Peygamber (s.a.s) üç güne kadar yas tutmaya izin vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve Ahiret gününe iman eden kadına ölü için üç günden fazla yas tutmak helâl değildir. Ancak kocası için iddet süresi olan dört ay on gün yas tutması müstesnadır"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder