Zira Efendimiz (s.a.v) "Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir." buyurmuşlardır.
Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: Resulullah (a.s.v) buyurdular ki: "Nefsim yed-i kudretinde olan zâta yemin ederim ki, imân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız!"
Hz. Mu'az İbnu Cebel (r.a) anlatıyor: Resûlullah (a.s.v) buyurdular ki: "Allah Teala hazretleri buyuruyor ki: Benim celalim adına birbirlerini sevenler var ya! Onlar için nurdan öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıbta ederler."
Ebu İdris el-Havlani, Mu'az İbnu Cebel radıyallahu anh'den naklediyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Allah Tebareke ve Teala Hazretleri şöyle hükmetti: "Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenler, benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için birbirlerine harcayanlara sevgim vacip olmuştur."
Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Allah'ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehitlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehitler de onlara gıbta ederler."
Orada bulunanlar sordu: Ey Allah'ın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!
"Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah'ın ruhu Kur'an adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler.”
Ve şu ayeti okudu: "Haberiniz olsun Allah'ın dostları var ya! Onlara ne korku var ne de onlar üzülecekler" (Yunus 62)
Muhabbetlerde karşılık beklemeksizin, rıza-yı İlâhî esas olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.
O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.
Onun için, insanlarla olan muhabbetlerde, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.
Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Allah bir kulu sevdi mi Hz. Cebrail aleyhisselam'a: "Allah falanı seviyor, onu sen de sev!" diye seslenir. Onu Cebrail de sever. Sonra o, sema ehline: "Allah falanı seviyor, onu siz de sevin!" diye nida eder, derken bütün sema ehli de onu sevmeye başlar. Sonra onun için arz (halkı arasına hüsn-ü kabul) konur. Allah Celle Celaluhu, bir kula da buğzetti mi Cebrail aleyhisselam'a: "Ben falancaya buğzettim sen de buğzet!" diye seslenir. Ona Cebrail de buğzetmeye başlar. Sonra Cibril sema ehline nida eder: "Allah Celle Celaluhu falan kimseye buğzetti, siz de buğzedin!" Sonra yeryüzüne onun için buğz vaz'edilir(Halkı arasında nefret edilen biri olur).
Dünyevi dostluk ve arkadaşlıklar, insanların ebedi hayatına mal olabilecek kadar ehemmiyet kesbetmiştir. Zira Ahirette, Kişi sevdiğiyle beraber olduğu gibi aynı zamanda dostunun dini üzeredir.
Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: Resülullah (a.s.v) buyurdular ki: "Kişi dostunun dini üzeredir.
Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin."
Ebu Saidi'l-Hudri (r.a) anlatıyor: Resülullah (a.s.v) buyurdular ki: "Sadece mü'minle arkadaşlık et. Senin yemeğini muttaki olan yesin."
Ebu Musa (r.a) anlatıyor: Resulullah (a.s.v) buyurdular ki: "İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın."
Hz. Ebu Zerr (r.a) anlatıyor: “Ey Allah'ın Resulü! Kişi, bir kavmi sever, fakat onların amelini işlemezse, sonu ne olacak?” Dedim. Efendimiz de"Ey Ebu Zerr, sen sevdiğinle berabersin!" buyurdu.
Bir hadislerinde Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurdular: “Allah rızası için bolca dost edinin. Rabbiniz diridir ve kerem sahibidir. Kıyamet gününde kuluna, arkadaşlarının yanında azap etmez.”
Başka bir hadislerinde ise Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurdular: “İnsanlarla çokça tanışın, çünkü kıyamette her tanışılan kişinin şefaati vardır.”
Muhabbet çendan ihtiyarî değil. Fakat ihtiyar ile, muhabbetin yüzü bir mahbuptan diğer bir mahbuba dönebilir.
Meselâ, bir mahbubun çirkinliğini göstermekle, veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya ayna olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü mecazî mahbuptan hakikî mahbuba çevrilebilir. Belki onları Cenâb-ı Hakkın hesabına ve Onun muhabbeti namına sev deriz.
Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: Resûlullah (a.s.v) buyurdular ki: "Ruhlar toplanmış cemaatler gibidir. Onlardan birbiriyle önceden tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılırlar."
Aişe radıyallahu anha anlatıyor: Resûlullah (a.s.v) buyurdular ki: "Ruhlar, donatılmış askerlerdir. Ezelden tanışanlar birbirini severler, birbiriyle uyuşamayanlar da bir türlü anlaşamazlar."
Kalbi olan bir sevgiyi ve muhabbeti, dile getirmek sünnettir.
Mikdam İbnu Madikerb (r.a) anlatıyor: Resûlullah (a.s.v) buyurdular ki: "Biriniz kardeşini Allah için seviyorsa, ona sevdiğini söylesin."
Bütün Mü’minler ancak kardeştirler. Ona ne haksızlık eder, ne de onu dünyevi sıkıntılarında yalnız bırakır.
Mü’min kardeşinin ihtiyaçlarını giderir ve ayıplarını örter. Bunların aksini yapmak, yani ihtiyaçlarını gidermeye yardımcı olmamak, hatalarından dolayı ayıplamak ve musibete uğradığında sevinmek gibi davranışlar sergilemek, Nebevi emirlere aykırı hareket etmektir.
Peygamber efendimiz (s.a.v) buyurdular ki: “Kardeşine, musibet günlerinde sevinç gösterme, yoksa Allah Teale ona rahmet eder, seni de ondaki belaya uğratır.”
Peygamber efendimiz (s.a.v) buyurdular ki: “Bir kimse kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, o kusuru işlemeden o kimse ölmez.”
Yeni karşılaşılan yabancı birisiyle, İsmen tanışmak sünnettir.
Yezid İbnu Nu'ame ed-Dabi (r.a) anlatıyor: Resûlullah (a.s.v) buyurdular ki: "Bir kimse, bir başkasıyla kardeşleştiği zaman, ilk iş ismini, babasının ismini ve kimlerden olduğunu sorsun. Çünkü böyle yapmak, sevginin artmasına daha uygundur. Evini de öğren ki o kişi hastalandığında ziyaretine gidersin, bir işi olduğunda yardım edersin."
Muhabbet ve sevgide ölçülü olmak, istikametli bir kardeşlik ve dostluğun devamiyetinde önem arzetmektedir.
Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: Resûlullah (a.s.v) buyurdular ki: "Dostunu severken ölçülü sev, günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da buğzunu ölçülü yap, günün birinde dostun olabilir."
Samimi bir kardeşlik ve dostluğun fıtri neticelerinden olan karşılıklı olarak Sır alıp vermek ve bu sırları saklamak, ehemmiyetli öneme haizdir.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: "Bir adam bir adama sır söylerse, bu ona emanettir, kimseye söyleyemez."
“Üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek.” İslâmiyet emrediyor.
Evet hakikat ve mashahat sulhdur. Kur’an’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslâhat ve insaniyet ve İslâmiyetin iktiza ve teşvik ettikleri barışmak ve musalaha etmektir. Elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmağa, hem maslâhat ve istirahat-ı şahsiye ve umumiye iktiza ediyor.
Hz. Ebu Eyyüb (r.a) anlatıyor: Resülullah (a.s.v) buyurdular ki: “Bir müslümana, kardeşine üç günden fazla küsmesi helal değildir. Yani, bunlar karşılaşırlar da her biri diğerinden yüz çevirir. Bu ikisinden hayırlı olanı, birinci olarak selâm verendir."
Ebu Hırâş es-Sülemi (r.a) anlatıyor: Resülullah (a.s.v) buyurdular ki: “Kim kardeşine bir yıl küserse, bu tıpkı kanını dökmek gibidir.''
Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: Resülullah (a.s.v) buyurdular ki: "Ameller her perşembe ve pazartesi günü arz edilir. Aziz ve Celil olan Allah o gün, Allah'a hiçbir şirk koşmayan kulun günahını affeder. Bundan sadece kardeşiyle arasında düşmanlık olanı istisna eder, onu affetmez ve der ki: "Bu ikisini barışıncaya kadar terk edin."
Beşeriyetin iktizası gereği, dost ve kardeşler arasında meydana gelebilen kırgınlıklarda Arayı bulmak ve tarafları barıştırmak, beşerin hayatı içtimaiyesinde, hayırlı neticeleri meyve veren güzel bir sünnettir.
Efendimiz(s.a.v) “En üstün sadaka, iki kişinin arasını düzeltmektir.” buyurarak, dargın olanları barıştırmaya çok önem verir, evleri uzakta bile olsa, yanına birkaç kişiyi alarak oraya gider, barışmalarını sağlardı.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: "Nafile oruç, namaz ve zekâtın derecesinden daha üstün olan bir şeyi size bildireyim mi?" Evet, dediler. “Aralarında düşmanlık, kırgınlık olan iki mü’minin arasını bulmak, onları barıştırmaktır.”
Başka bir hadislerinde Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Allahtan korkunuz ve de iki mü’min arasındaki düşmanlığı gidermek ve düzeltmek için gayret ediniz. Zira kıyamet gününde Allah mü’minlerin aralarını düzeltir.”
Mü’min bir kardeşimizden veya dostumuzdan Beşeriyet muktezası olarak bizlere gelen herhangi bir zarar veya nahoş bir davranıştan dolayı; o kardeşimizi veya dostumuzu bütün bütün terk edip adavet ve kin beslemeyi, Nebevi irşad nehyetmiştir.
Asrın Büyük imamı Bediüzzaman Hazretleri mevzu hakkında beşerin hayatı içtimaiyesinde bir kanuni Esasi hükmündeki şu tespitleri yapmıştır:
Meselâ, mü’minler mâbeyninde husûmet ve adâvet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve rûhu sıkıntılarla boğacak bir azâb-ı vicdânîyi, âlicenap ruhlara hissettirir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki, bir mü’min kardeşe adâvetim vaktinde, o adâvetten öyle bir azap çekiyordum; şüphe bırakmıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezâdır, çektiriliyor.
Acaba birgün adâvete değmeyen birşeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?
Hâlbuki mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü,
Evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.
Evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.
Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.
Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.
Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.
Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.
İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin.
Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hâfız-ı Şirazî’yi dinle: Yani, “Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin.” Çünkü, fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.
Hem demiş: Yani, “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”
Kardeşleri ve dostları birbirine düşman haline getiren hastalıkların başında Hased (Kıskançlık) gelir. Ehl-i iman bu hastalığın mahiyetini anlamaya çalışarak Nebevi tedaviyi uygulamalıdır.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bahis mevzuu konuya gayet vazıh ve mukni bir açıklama getirerek, bu menfur hastalığı kökünden kesip atacak yerine Muhabbet tohumlarını ekecek tespitlerde bulunmuştur:
Haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.
Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyâkârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.
Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hâcâtın belâsını ve elemini izâle eder.
İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler.
Hâlbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler.
Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir.
Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır.
Hâlbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahlara girer.
Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü’min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.
Şu âlemde mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir.
Suâl: Mü’minin mü’mine en iyi duâsı nasıl olmalıdır?
Elcevab: Esbâb-ı kabûl dâiresinde olmalı. Çünkü ba’zı şerâit dâhilinde duâ makbûl olur. Şerâit-i kabûlün içtimâı nisbetinde makbûliyeti ziyâdeleşir.
Ezcümle: Duâ edileceği vakit, istiğfar ile ma’nevî temizlenmeli, sonra makbûl bir duâ olan salâvat-ı şerîfeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü iki makbûl duânın ortasında bir duâ makbûl olur.
gibi câmi’ duâlarla duâ etmek; hem hulûs ve huşû’ ve huzur-u kalb ile duâ etmek; hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra; hem mevâki’-i mübârekede, husûsan mescidlerde; hem Cum’ada, husûsan sâat-ı icâbede; hem şuhûr-u selâsede, husûsan leyâli-i meşhûrede; hem ramazanda, husûsan leyle-i kadir’de duâ etmek kabûle karîn olması rahmet-i İlâhîyyeden kaviyyen me’muldür.
O makbûl duânın ya aynen dünyada eseri görünür veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbûl olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, duâ kabûl olmadı denilmez; belki daha iyi bir sûrette kabûl edilmiş denilir.
Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakîkat olmak şartiyle- minnetdar oluyoruz, Allah razı olsun deriz.
Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu, fakat garaz ve inad olmamak şartiyle ve bid’atlara ve dalâlete yardım etmemek kaydı ile kabul edip minnetdar oluyoruz.
Eğer onun tahkiri ve beyân ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime âid ise; Allah ondan râzı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler.
Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevkeder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır.
Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır.
Evet, ben nefsim ile musalâha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse; ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir.
İslamî öğreti, şahsı yücelten, bireyi haddinden fazla öne çıkaran ve medhetmede aşırılığa meyleden tasavvurları zemmeder. Kezâ Hak Din, her türlü aşırılığa cephe almıştır.
Bu dinin mübelliği olan Zât da (a.s.m), ümmetini bu mevzuda uyarmış; akvâli ve ef’âliyle nice hikmetli dersler vermiştir.
Kendisine bir gün “Yâ hayrel beriyye/ Ey yeryüzünün en hayırlısı” diye seslenen birine, “O dediğin İbrahim’dir.” diye karşılık vermiştir.
Alabildiğine fıtrîdir. Dâhil olduğu bir mecliste kendisine özel yer tahsis ettirmez, bunu ümmetine de tavsiye eder.
Öyle ki, hayatı boyunca methedilmeyi hiç sevmemiş ve övülmekten hep rahatsızlık duymuştur.
Hatta rızası olmadığı halde övüldüğü zamanlarda utancından kıpkırmızı olmuş ve Allah korkusundan dolayı hemen el açıp şöyle duada bulunmuştur: "Rabbim! Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi başkalarından daha iyi bilirim. Ey Âlemlerin Rabbi! Halkın bende zannettiği iyilik ve faziletleri bana nasip et; insanların bilmedikleri günahlarımı da bağışla! Söyledikleri güzel sıfatlardan dolayı kendini beğenmişlik ve gurur gibi tehlikelere düşmekten beni koru!"
Demek ki, takdir, tebcil ve övgüler karşısında mümince tavır mahviyettir; "Allah'ım hakkımda söylenen bu sözleri dua olarak kabul buyur; bunları benim için gurur ve kibir sebebi kılma ve beni nefsimle baş başa bırakıp ayağımı kaydırma!" diyerek hemen bütün medh ü senâların asıl sahibi Mevlâ-yı Müteal'e sığınmaktır.
Nur müellifi mevzu hakkında şu tespitleri yapmıştır: Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyaya girer.
Şan ü şeref arzusuyla teveccüh-ü nâs ise; ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır.
Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ü şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından; teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır.
Şöhret-perestlerin ve şan ü şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın.
Sevgi, övgüyü celp eder. Yapılan bir medih, ölçülü olmazsa, övülen şahıs üzerinde menfi bir tesir icra eder. Aşırı övgü, muhatabının üzerinde bazan kibre, bazan da riya ve gösteriş hevesine sebep olur.
Bir kimseyi kendisinde mevcut haslet ve üstünlükler ile öven kimsenin sözü doğru olsa bile yaptığı hareket doğru değildir. Zira muhatabında gizli bulunan "Kendini beğenme" hastalığını açığa çıkarmış olur.
Neticede, yıllar boyu yaptığı ibadetlerin ve hayırlı işlerin sevap harmanlarını "Riya" ateşi ile yaktırmış olur.
Ashabtan biri, Allah Resûlünün huzurunda bulunan bir şahsi, yaptığı bir hayır sebebiyle övmüştü. Hak ve hakikat istikametine ışık tutan Peygamber (s.a.v.), "Yazık sana! Sanki Sen, arkadaşının boynunu kestin" buyurdu.
İslâmî ölçülere riayetkâr olan bir mü'min, din kardeşlerinden bir şahsı muhakkak övmek isterse ve dile getireceği şeyler onda mevcut ise sözlerini onun bulunmadığı bir mecliste ifade etmelidir.
Huzurunda bulunan bir şahsi övmek isterse "Onun şöyle şöyle olduğunu zannediyorum. Hiçbir kimseyi Allaha karşı temize çıkarmaya çalışmıyorum" demelidir.
Bir adamı medh eden ve övgüsünde aşırı laflar sarf eden kimsenin söylediklerini Resûl-i Ekrem (s.a.v.) işitmişti. Bunun üzerine, "Andolsun ki siz onu (kibre sevk ederek) helâk ettiniz veya bu adamı sırtından bıçakladınız" buyurdu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bir kimseyi kendisinde olmayan hasletlerle övmeyi şiddetle takbih etmiş ve bunu önlemek için "Meddahların suratına toprak serpiniz" emrini vermiş bulunmaktadır.
Bu işi bir menfaat beklemeden ve karşılıklı nezaket tavrı olarak yapmak da yasaktır. Bu hükmü tesbit eden bir hadis-i şerifte "Karşılıklı övüşmelerden sakınınız. Zira bu, hiç şüphesiz, (birbirini) boğazlamaktır" buyrulmaktadır.
Halife Hz. Osman (r.a.)'in huzuruna bir adam gelerek onu yüzüne karşı övmeye başladı. Ashaptan olup Hz. Osman'ın huzurunda bulunan Mikdâd bin Esved (r.a.), bir avuç toprak alarak adamın yüzüne serpti.
Hz. Osman neden böyle hareket ettiğini sorunca, Allah'ın Resulü: "Meddahlarla karşılaştığınız vakit yüzlerine toprak serpiniz" buyurdu, cevabını verdi.
Dinimizde övünmek, haramdır.
Bir kimse, kendindeki iyilikleri, nimetleri, kendinden bilirse, Allahü teâlânın verdiğini düşünmezse, bu hal, övünmek olur.
Ayrıca başkalarının sevgisine ve onların övmelerine kavuşmak için, dünyâ işleri ile, onlara iyilik yapmanın, riyâ olduğu ve iftihâr için yani gösteriş, övünmek için yapılan davetlere gitmenin de câiz olmadığı, kitaplarda yazılıdır.
Ancak bir kimse, eline geçen bu nimetlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilir, kendinin kusurlu olduğunu düşünürse, o zaman bu hal, şükür olur.
Hadis-i şerifte; “Allahü teâlânın verdiği nimetleri bildirmek, bunlara şükretmek olur” buyurulmuştur.
Bazı kimseler, malı, mevkii, güzelliği ve nesebi, soyu ile övünür. Hâlbuki bunlar geçicidir, insanda kalmaz.
Peygamber efendimizin zamanında, iki kişi birbirine üstünlük taslayarak biri diğerine, “Ben falancanın oğlu filanım. Ya sen kimsin?” der. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyururlar ki: Musa aleyhisselâmın yanında iki kişi birbirine karşı övünmeye başladı. Biri ecdadını dokuz göbek geriye doğru saydı. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâma, “Ona söyle, iftihâr ettiği, övündüğü dokuz kişi Cehennemdedir. Kendi de onuncusudur” diye vahyetmiştir.
Ba’zan tevâzu, küfran-ı ni’meti istilzam ediyor belki küfran-ı ni’met olur. Ba’zan da tahdîs-i ni’met, iftihar olur. İkisi de zarardır.
Bunun çâre-i yegânesi ki: -ne küfran-ı ni’met çıksın, ne de iftihar olsun meziyyet ve kemâlâtları ikrar edip fakat temellük etmiyerek, Mün’im-i Hakîkinin eser-i in’âmı olarak göstermektir.
Meselâ: Nasılki murassa’ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: “Mâşâallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.”
Eğer sen tevazu’kârâne desen: “Hâşâ!... Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik!” O vakit küfran-ı ni’met olur ve hulleyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur.
Eğer müftehirane desen: “Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz...” O vakit, mağrurane bir fahirdir.
İşte; fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısiyle libası bana giydirenindir, benim değildir.”
Ve nimet ise, şükür niyetiyle ilân etmek, bir tahdis-i nimettir. وَاَمَّابِنِعْمَةِرَبِّكَفَحَدِّثْ âyeti izharına emreder.
İnsanları alaya almayı, ayıplayıp kötülemesini, bunun yanısıra Mü’minlerin birbirlerini kötü lâkapla, sonradan uydurulan adlarla çağırmamalarını, Cenab-ı Hak Kur’anda sarih ayetle nehyetmiş, yasaklamıştır.
“Ey mü’minler, bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da kadınları alaya almasın, belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kendi kendinizi ayıplamayın. Birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın.” (Hucurât Sûresi, 11)
Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahcup etmez ve onu küçük düşürmez. Kişiye kötülük olarak Müslüman kardeşini küçük düşürmesi kâfidir.”
Bir insanı kolayca tarif etmek maksadıyla, çağırıldığı zaman rahatsız olmayacağı bir isimle anmak ve seslenmek, yasaklanan kısma girmemekle beraber teşvike medar görülmüştür. Zira muhabbeti arttırmaya vesiledir.
Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Mü’min kardeşini güzel lâkaplarla ve isimlerle çağırmak, mü’minin mü’min üzerindeki hakkıdır”
Bu meselede göz önünde bulundurulması gereken husus, muhatabın hissî durumudur. Onun haysiyet ve izzetinin korunmasıdır.
Bir insan başkaları tarafından takılan bir lâkapla çağrılmaktan rahatsız oluyorsa, onu artık o isimle çağırmak mü’mine eziyet olacağından, dikkatli olmak lâzımdır. Esas olan, “Kendimiz için istemediğimizi, başkaları için de istememektir.”
Meselâ: Peygamber Efendimiz(s.a.v), Hz. Ebû Bekir’e(r.a) “Cehennemden âzad olunmuş” mânâsına “Atîk”, Hz. Ömer’e(r.a) “hak ile bâtılı birbirinden ayırıp adaletle hükmeden” mânâsında “el-Fâruk”, Hz. Osman(r.a) iki kızını nikâhladığı için “Zinnûreyn (iki nur sahibi)”, Hz. Ali’ye(r.a) “Ebû Turab” (toprak babası) ve Halid bin Velid’e(r.a) “Seyfullah” lâkaplarını vererek onları taltif etmiştir.
Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır.
O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür.
Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur.
Bir ülül'emrin makamındaki ciddiyeti vakardır, mahviyeti zillettir; hanesindeki ciddiyeti kibirdir, mahviyeti tevazudur. Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i tâlihtir. Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez.
Hediyeleşmek, esasen güzel bir sünnet olmakla birlikte, muamelatta beşerin hayatı içtimaiyesinde su-i istimale uğradığından birkaç ehemmiyetli noktayı nazarı dikkatle mütalaa etmek gerekir.
Bediüzzaman hazretleri bu münasebetle hediyeleşmek kaidesinin, tezehhüd ve sun’î bir istiğna değil, belki dört-beş ciddî esbaba istinâd ettiğini beyan etmişlerdir:
Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. “İlmi ve dini kendilerine medâr-ı maîşet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lâzımdır.
İkincisi: Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde, hakkı neşredenler:
diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. Sûre-i Yâsîn’de:
cümlesi, mes’elemiz hakkında çok ma’nidardır...
Üçüncüsü: Birinci Söz’de beyân edildiği gibi: Allah nâmına vermek, Allah nâmına almak lâzımdır. Hâlbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi nâmına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakîkiye âid şükrü, senâyı, zâhirî esbaba verir, hatâ eder.
Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzâk-ı Zülcelâl’e yüz binler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinâden, bakiye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.
Beşincisi: Bir-iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat’î kanaatım oldu ki; halkların malını, husûsan zenginlerin ve me’murların hediyelerini almağa me’zun değilim. Ba’zıları bana dokunuyor.. belki dokunduruluyor, yedirilmiyor. Ba’zan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamağa ma’nen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.
Hem bende bir tevahhuş var; herkesi, her vakit kabûl edemiyorum. Halkın hediyesini kabûl etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabûl etmek lâzım geliyor.. o da hoşuma gitmiyor.
Hem tasannu’ ve temellûkten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassa’ libasını giymek ve onların hâtırını saymağa mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.
Altıncısı: Ve istiğna sebebinin en mühimmi; mezhebimizce en mu’teber olan İbn-i Hacer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana verilen bir şey, sâlih olmazsan kabûl etmek haramdır.”
İşte şu zamanın insanları hırs ve tama’ yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçâreyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar.
Eğer hâşâ! Ben kendimi sâlih bilsem; o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabûl etmek câiz değildir.
Hem âhirete müteveccih a’mâle mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâkî meyvelerini dünyada fâni bir sûrette yemek demektir.
Beşerin hayat-ı içtimaiyesinde dört çeşit manevi hastalıklardan biri “Gurur”dur.
Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.
Mademki iş böyledir; gurur ve enâniyeti bırak. Dergâh-ı ulûhiyetinde, acz ve zaafını, fakr ve fâkatını istimdat ve lisân-ı tazarru ve ubudiyetle ve duayla ilân et. Zira Takvâ-yı hakikî ise, gurur ve enâniyetle içtima edemiyor.
Hem, meselâ, gurur ve kibirde öyle bir ağır bir yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister; ve istemek sebebiyle istiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terk-i enâniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.
Manevi hastalıkların bir diğeri ise “Sû-i zan” dır.
Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler.
Hem, meselâ, sûizan ve sû-i te’vilde, bu dünyada muaccel bir cezâ var. مَنْ دَقَّ دُقََّ kaidesiyle, sû-i zan eden, sû-i zanna mâruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını sû-i te’vil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû-i te’vile uğrar, cezâsını çeker.
Asrın Vebası Gıybet…
Risale-i Nurda Yirmi Beşinci Söz’ün Birinci Şûlesinin Birinci Şuâının Beşinci Noktasının makam-ı zem ve zecrin misâllerinden olan birtek âyetin, mu’cizane altı tarzda gıybetten tenfir etmesi; Kur’ân’ın nazarında gıybet ne kadar şeni’ bir şey olduğunu tamamiyle gösterdiğinden, başka beyâna ihtiyaç bırakmamış.
Evet, Kur’ânın beyânından sonra beyân olamaz, ihtiyaç da yoktur.
İşte
âyetinde altı derece zemmi, zemmeder. Gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, ma’nası gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki:

Ma’lûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) ma’nasındadır. O sormak ma’nası, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî var. İşte
Birincisi, hemze ile der: Âyâ, suâl ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şey’i anlamıyor?
Üçüncüsü,
kelimesiyle der: Cemâatten hayatını alan hayat-ı içtimâîye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirliyen bir ameli kabûl eder?

Dördüncüsü,
kelâmiyle der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?

Beşincisi,
kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlûmun şahs-ı ma’nevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzanızı kendi dişinizle divâne gibi ısırıyorsunuz?

Altıncısı,
kelâmiyle der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?

Demek şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delâletiyle: Zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak nasıl şu âyet, îcazkârâne altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’cazkârâne altı derece o cürümden zecreder.
Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadın en çok isti’mal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip isti’mal etmez. Nasıl meşhur bir zât demiş:
Yâni: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum; ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet; zaîf ve zelîl ve aşağıların silahıdır.”
Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerâhet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zâten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.
Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:
Birisi: Şekva sûretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izâle etsin ve hakkını ondan alsın.
Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesâî etmek ister. Senin ile meşveret eder. Sen de sırf maslahat için garazsız olarak, meşveretin hakkını eda etmek için desen: “Onun ile teşrik-i mesâî etme. Çünkü zarar göreceksin.”
Birisi de: Maksadı, tahkir ve teşhir değil; belki maksadı, târif ve tanıttırmak için dese: “O topal ve serseri adam filan yere gitti.”
Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yâni fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir sûrette işliyor.
İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet câiz olabilir. Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-i sâlihayı yer bitirir.
Eğer gıybet etti veyahut istiyerek dinledi; o vakit
demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse: “Beni helâl et.” demeli...
Gıybet, mezkûr âyetin kat’i hükmüyle nazar-ı Kur’ânda gâyet menfur ve ehl-i gıybet, gâyet fenâ ve alçaktırlar.
Üstadımız ne kimseyi zemmeder ve ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hataları setrederler. Hem o kadar hüsn-ü zanna mâlikdir ki, hatta kendisi hakkında bir nâseza söz tebliğ edene; “Hâşâ! bu yalandır. Bu sözü söyledi dediğin zat, böyle söylemez.” buyururlar.
Sen, gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bâzan rü’yada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün; gecede acı bir şey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder