Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvi olan zekât hakkında sahih olarak Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan
hadîs-i şerifi mervidir. Yâni müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zîra yardım vâsıtası, zekâttır.

İnsanların hey’et-i içtimâîyesinde intizam ve asayişi te’min eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimâîyenin hayatı, muavenetten doğar.
İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilaflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.
Evet, zekâtın vücûbu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.
Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesavîsine, hatalarına dikkat edersen, hey’et-i içtimâîyede görünen ihtilâller, fesadlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.
Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün bana ne.”
İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben ni’metler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”
Âlem-i insaniyeti zelzelelere ma’rûz bırakmakla yıkılmağa yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.
Nev-i beşeri umûmî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevkedip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.
Arkadaş! Hey’et-i içtimâîyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı, avamdan; zengin kısmı, fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı te’min eden, zekât ve muavenettir.
Hâlbuki vücûb-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahm kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, hased bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları yükselir.
Kezalik; yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.
Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebeb iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mûcib iken, esaret ve sefaleti intâc ediyor.
Eğer bu söylediklerime bir şahid istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahidler mevcûddur.
Hülâsa: Tabakalar arasında musalahanın te’mini ve münâsebetin te’sisi, ancak ve ancak Erkân-ı İslâmiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruatın hey’et-i içtimâîyece yüksek bir düstûr ittihaz edilmesiyle olur.
Hem değil yalnız eşhasta ve husûsi cemâatlerde, belki umum nev’-i beşerin saâdet-i hayatı için en mühim bir rükün belki devam-ı hayât-ı insaniye için en mühim bir direk, zekâttır.
Çünkü beşerde, havas ve avam iki tabaka var. Havastan avâma merhamet ve ihsan ve avamdan havassa karşı hürmet ve itâatı te’min edecek, zekâttır. Yoksa yukarıdan avamın başına zulüm ve tahakküm iner; avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar.
İki tabaka-i beşer dâimî bir mücadele-i ma’nevîyede, bir keşmekeş-i ihtilâfta bulunur. Gele gele tâ Rusya’da olduğu gibi, sa’y ve sermaye mücadelesi sûretinde boğuşmaya başlar.
Ey ehl-i kerem ve vicdan! Ve Ey Ehl-i sehâvet ve ihsan!
İhsanlar zekât nâmına olmazsa, üç zararı var. Ba’zan da fâidesiz gider. Çünkü Allah nâmına vermediğin için, ma’nen minnet ediyorsun; biçâre fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbûl olan duâsından mahrum kalıyorsun.
Hem hakîkaten Cenâb-ı Hakk’ın malını ibâdına vermek için bir tevziat me’muru olduğun halde, kendini sâhib-i mal zannedip bir küfrân-ı ni’met ediyorsun.
Eğer zekât nâmına versen, Cenâb-ı Hak nâmına verdiğin için bir sevab kazanıyorsun, bir şükrân-ı ni’met gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeğe mecbûr olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duâsı senin hakkında makbul olur.
Evet zekât kadar, belki daha ziyâde nâfile ve ihsan, yâhut sâir sûretlerde verip riyâ ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekât nâmına o iyilikleri yapıp, hem farzı edâ etmek, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duâyı kazanmak nerede?
Namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.
Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:
1. Sadakayı vermekte israf olmaması.
2. Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması. Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. “Size rızık olandan veriniz” demektir.
3. Minnetle in'âmın bozulmaması. Yâni “Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.” Yâni “Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz.”
4. Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi, Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek.
5. Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi. Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dâhi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor.
6. Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hâcât-ı zaruriyesinde sarf etmesi lâzımdır. Öyle adama veresin ki, nafakasına sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbûl olmaz.
Salâhat niyetiyle sana verilen bir şey, sâlih olmazsan kabûl etmek haramdır.
Bediüzzaman hazretleri kendi hayatından verdiği örnekle mevzu hakkında çok güzel bir düsturu izah etmektedir: “İşte şu zamanın insanları hırs ve tama’ yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçâreyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar.
Eğer hâşâ! Ben kendimi sâlih bilsem; o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabûl etmek câiz değildir. Hem âhirete müteveccih a’mâle mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâkî meyvelerini dünyada fâni bir sûrette yemek demektir.”(Mektubat, 14)
Sadaka, musibet ve belaları def’ eder.
Hadîs-i Şerifte vârid olmuştur ki: “Ba’zan belâ nazil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.”
Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Keder ve gamları sadaka ile önleyiniz. Allah size isabet edecek zorlukları engeller. Düşmanlarınıza karşı size yardım eder. Kötü anlarınızda ayaklarınızı kaydırmaz.”
Başka bir hadiste de Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Sadaka Rabbin gazabını dindirir, kötü bir ölümü önler.”
Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi icab eder. Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dâhi olur. Kavl ile fiil ile nasihat ile de oluyor.
Hastaların kalbini hoşnud etmek, teselli vermek, mühim bir sadaka hükmüne geçer.
Risâle-i Nur, −bu Anadolu memleketine− belâların def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belâyı def’ediyor, onun intişarı ve okunması küllî bir sadaka nev’inde semavî ve arzî belâların def’ine çok emareler ve çok hadiselerle tebeyyün etmiş. Hattâ Kur’ânın işâretiyle tahakkuk etmiş.
Hapis musîbetine düşenlere merhametkârâne, sadâkatle, Şefkatkârane hizmetiyle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve ma’nevî yaralarına tesellilerle merhem sürmek, az bir amel ile büyük bir kazanç var.
Ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı yemek kadar o gardiyan ve gardiyan ile beraber dâhilde ve hariçte biçâre mahpuslara çalışanlara bir sadaka hükmünde defter-i hasenatına yazılır.
Hususan musîbetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garib olsa, o sadaka-i ma’nevîyenin sevabını çok ziyâdeleştirir.
İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz nâmızını kılmaktır. Tâ ki o hizmeti Lillâh için olsun. Hem bir şartı da, sadâkat ve şefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır.
Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: "İçinde güneş doğan her gün, insanların her bir mafsalı için kendilerine bir sadaka gerekir. Meselâ; İki kişinin arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Hayvanına binmek isteyen bir kimseye yardım ederek, hayvana bindirmen veya eşyasını hayvana yüklemen bir sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. Namaza giderken attığın her adım sadakadır. Gelip geçene sıkıntı veren şeyleri yoldan kaldırman bir sadakadır"
Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş.
Ve bilfiil onların hakikat-ı ihlâslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hacat-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi’ etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler. Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir.
Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla lisan-ı hal ile dahi istenilmez, belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlâsı zedelenir. Hem
âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.

İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmare hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlası zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder. Ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de kaybeder.
İhtiyaç sahiplerine yardımda bulunurken, sadaka verirken, hiç kimseye sezdirmeden gizlice vermek faziletli bir davranıştır.
Ümmü Seleme (r.a.) Peygamber Efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Yapılan iyi işler insanı kötülüğe düşmekten korur. Gizlice sadaka vermek Allah'ın gazabını söndürür ve Sıla-i rahim(akrabayı gözetmek) ömrü uzatır. Her iyilik sadakadır. Dünyada iyilik sahipleri âhirette de iyiliğe mazhar olurlar. Dünyada kötülük yapanlar âhirette de kötülükle karşılaşırlar. Cennete ilk girecekler iyilik yapanlardır."
Çeşitli ameller arasında fazilet bakımından farklar bulunduğu gibi, ihtiyaç sahiplerine yapılan yardım ve tasadduklarda da bir sıra gözetilmiş; öncelikli tasadduk alanları belirlenmiştir.
Gerçekten kişinin çok yakınında, belki aile fertleri arasında büyük sıkıntı içinde olanlar varken, uzakta olanlara yardım etmeye kalkışması maslahata uygun düşmez. Bu yüzden yardım ve infaka en yakınından başlamak prensibi getirilmiştir.
Rasûlüllah (s.a.s), Allah yolunda harcanan, bir köle azadı için sarfedilen, bir yoksula verilen veya ailenin geçimi için yapılan harcamaları zikrettikten sonra, bunların sevap bakımından en üstününün aile fertlerine yapılan harcamanın olduğunu belirtmiştir. Aile fertlerinden maksat (iyâl); bir kimsenin nafakası kendisine ait olan çocukları, eşi, annesi, babası ve hizmetçisidir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir kimsenin sarfedeceği en faziletli dinar, kendi aile fertlerine infak ettiği dinarla, Allah yolunda hayvanına ve yine Allah yolunda cihad edecek olan arkadaşlarına harcadığı dinardır."
Sadakanın en sevilen maldan verilmesi daha faziletlidir.
Kur'ân-ı Kerim'de Al-i İmran suresinde mealen; "Siz sevdiğiniz mallardan infâk etmedikçe iyilik ve taate nail olamazsınız" buyurulur.
Bu âyet inince Ebû Talha (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e gelerek şöyle dedi: "Benim en çok sevdiğim malım Beyrahâ adındaki bahçemdir. Bu malım Allah için sadakadır. Onun Allah nezdinde sevabını ve âhiret azığı olmasını dilerim. Ey Allah'ın elçisi; onu istediğin yere sarfet!" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), bu kararının çok kârlı bir yatırım olduğunu belirttikten sonra, bahçesini hısımlarına(akrabalarına) vakfetmesini bildirdi.
Bazı ibadet ve taatların ölen bir kimse adına yapılması mümkün ve caizdir. Bunların sevabı ölüye ulaşır. Ölü nâmına verilen sadakalar başta gelir.
Ancak ölen kimse namına zekât, adak, hac gibi mali yönü olan ibadetleri ifa etmek mümkün ise de; namaz, oruç gibi ibadetleri onun namına ifa yeterli değildir. Bunların bizzat hayatta iken ifası gerekir. Çünkü bu ibadetler, ferdi, beden ve ruh bakımından olgunlaştırır, olumlu etkileri bizzat bunları yapanların kendilerinde görülür. Başkalarının bunları yapmasıyla asıl yükümlü üzerindeki fayda sağlanmış olmaz.
Hz. Enes (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e; "Biz ölülerimize dua ediyor, onlar adına sadaka veriyor ve haccediyoruz. Acaba bunların sevabı onlara ulaşıyor mu?" diye sormuş, Allah elçisi (s.a.v) şöyle cevap vermiştir: "Şüphesiz, onlara ulaşır ve onlar sizden birinizin hediyeye sevindiği gibi ona sevinirler"
Sadaka isteyen kişi boş çevrilmemeli, kalbini kıracak şeyler söylemekten kaçınmak gerekir.
Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Dilenci Allahın misafiridir. Kim ona verirse, Allaha vermiş olur. Kim vermezse, Allaha vermemiş olur.”
Başka bir hadislerinde ise Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Dilenci bir şey istediğinde, o sizden istemesini bitirene kadar sözünü kesmeyin, sonra ona yumuşak bir şekilde karşılık verin. Ona az dahi olsa bir şeyler verin veyahut gönlünü hoşnut kılacak hoş bir söz söyleyin.”
Sadakayı, öncelikle Takvası en üstün olan fakire vermek gerekir.
Sadakayı verirken, tasadduk ettiği sadaka ile ihtiyaç sahibinin ibadet için güçlenmesini niyet etmek gerekir.
Sadaka verdiği zaman kişi bunu kendisi için bir ganimet bilip, Allaha hamd etmelidir.
Bir hadislerinde Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Emin haznedar, sadaka verenlerin biridir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder